‘Je Suis Charlie’ ve Ötesi - II

14 Ocak 2015 Çarşamba

Paris katliamı, 4 milyon katılımlı protesto gösterisi, önemli bir tartışma alanı açtı. Bu tartışma alanında, “İslamafobi”, “mizah sanatının sınırı” konuları benim de ilgimi çekiyor.
Müslümanları da kapsayan, soldan sağa geniş bir yelpazede, entelijensiya, bu olayların “İslam’la alakası yok”, “bu bir korku değil bir fobi çünkü gerçeklikte bir karşılığı yok. Bu korkuya sahip olanlar aslında ruh hastası” noktasında birleşiyor. Avrupa solunda, bu kavramı ırkçılıkla eşitleme eğilimi görülüyor. Bu yaklaşımların doğru yanları var, ancak korkular tamamen de temelsiz değil.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin Müslüman halkların yaşadığı coğrafyadaki emperyalist politikaları, yaklaşık 200 yıldır dayanılmaz acılara yol açıyor; bu durum büyük nefret, öfke uyandırıyor. Üstelik bu nefret, öfke, şimdi Müslüman göçmen işçiler, sığınmacılar, seyahat kolaylığı üzerinden Batı’nın coğrafyasına ulaştı.
Diğer taraftan İslamın, inanmayanlara, düşman kategorisine girenlere yönelik en aşırı şiddetin uygulanmasına izin veren ifadeleri; en son din olduğu iddiasıyla, dünyanın diğer dinleri benimsemiş halklarının eninde sonun-da Müslüman olacağını ya da yok edileceğini varsayan bir mantığı var.
Özetle “İslamofobi” denen olgunun arkasında, İslam ve Müslüman korkusunu haklı çıkaracak hiçbir maddi neden yok denemez. Bu yüzden, bu korkunun patolojik bir düzeye ulaştığı durumlarda “tedavi” etmeye çalışırken yasaklamak, insanlık suçu ilan etmek bir çare değil. Hem Batı’da yaşayan Müslümanların ekonomiye, kültüre entegrasyonunu sağlamak, hem de öfkesini, nefretini azaltacak politikalar gerekiyor. Bunların yanı sıra İslam dininin içindeki bu şiddet öğelerinin, diğer inançların da var olmaya devam edeceğini kabul eder yönde, en azından korkuyu gereksizleştirecek biçimde yeniden yorumlanmasına yardımcı olmak gerekiyor.
Nihayet Müslüman dininin kimi özelliklerinden kaynaklanan bir korkuyu, çok özel koşulların ürünü, birkaç yüz bin fanatikten kalkarak, birbirinden faklı toplumların içinde, farklı sınıfsal konumlarda şekillenmiş, dinini değişik biçimlerde anlayan, yaşayan bir milyar insanın tümüne yönelik bir korkuya dönüştür-menin mantıksızlığını vurgulamak gerekiyor.
Avrupa solunun, Avrupa siyasi-kültürel alanında sağ popülizmin yükselmekte olduğu bir dönemde, bu korkularla ırkçılık arasında bir bağ kurmaya kalkmasının bir haklılığı var. Ancak bu tutumun, Müslümanlarla diyalog kurarken, genelde eleştiriden sakınmaya, hatta bazen kendi değerlerinden taviz vermeye yol açması, Müslüman ve İslam korkusunu ortadan kaldırma, bunun ırkçılar tarafından istismarını önleme çabalarına olumlu bir katkı yapamıyor.

Sanatçının işlevi
Charlie Hebdo katliamı konuşulurken bir “ama” ifadesine çok sık rastlanıyor: “Katliamı lanetliyorum ama sanatçının da insanların kutsal değerlerine saldırmaması gerekirdi; zaten bunlar da komik -güzel- değildi ki”.
E. Balibar da “Charlie Hebdo çizerleri ihtiyatsız mı davrandı?” diye sorduktan sonra “Evet, ama bu kelimenin.. iki anlamı var”... “tehlikeyi küçümsemek, riskten zevk almak, hatta kahramanlık”... ve “sağlıklı bir kışkırtmanın muhtemel kötü sonuçlarına karşı kayıtsızlık”... “Bence Charb ve yoldaşları, kelimenin her iki anlamıyla da ihtiyatsız davrandılar” diyor (Bianet, 12/01).
The Times’ın yazarlarından Hugo Rifkin’e göre “iyi bir gazeteci sıkıntıda olanları rahatlatır, rahat olanları sıkıntıya sokar”... “Burada kimin sıkıntıda olduğu, kimin rahatlatıldığı pek belli olmadı”... “evet hedefine vurmuş (Hebdo’nun mizahı-EY) olabilir ama bu arada bir milyar insana da çarpmış olabilir”. Bunlar, gerçekten haklı kaygılar.
Bu kaygılar, ürettiği estetik ürünlerle eğlendirmeyi amaçlayanlar, genel zevklere hitap edenler, haber yorum yazan gazeteciler için geçerli olabilir ama Platon’un daha o zaman kavradığı gibi sanatçı için geçerli olamıyorlar. Sanatçı ürettiği estetik ürünleriyle, bazı estetik ürünlerini sanat, güzel olarak kabul eden, bazılarını yadsıyan, susturan toplumsal mutabakatın sınırlarını zorladıkça, kutsalı sorguladıkça sanatçı olma özelliğini kazana-biliyor. Bu nedenle de tarih boyunca baskı altında kalıyor, sürgüne gidiyor, bazen işkence görüyor, yaşamını kaybediyor. Çünkü tarih sınıflı toplumların egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin tarihidir. Gerçek sanat gerçekten riskli iş olmaya devam ediyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları