Çiğdem Toker

Dershane Asla Sadece Dershane Değildir

23 Kasım 2013 Cumartesi

Dershane tartışması derbi maçına döndü.
Nefesler tutulmuş; hücum, çalım, faul, gol pozisyonları izlenirken bir ara oyun yavaşlıyor. Derken, ani ataklarla hızlanıp sertleşiyor
Bir yanıyla “hayırlı”...
Nasıl “futbol asla sadece futbol değil”se, dershanenin de asla sadece dershane olmadığı apaçık ortaya çıktı; ondan.
Karşılıklı Kuran’dan sureler, Mevlana sözleri, maaşlı tivitır ekipleri, “fake” hesaplar, grafik yarışları derken; mevzu, “Cemaatin oy oranı nedir?” anketlerine gelip dayandı işte.
İrili-ufaklı ekranlar üzerinden yürüyen bu çatışma, iki “taraf”la da herhangi bir “gönül” yahut “beklenti” bağı kurmamışlar için, yer yer vodvil tadında.
Günlük hayatının merkezine sadece geçim derdini koyanlarsa, zaten görüp duyacak halde değil.
Yine de “derbi”, “vodvil” benzetmeleri, hafife aldığım izlenimi yaratmasın.
Tersine, tartışmanın iki ayağı, önümüzdeki dönem yepyeni ve çetin sorunlar üretecek: “Girişim özgürlüğüne müdahale” ve “güç savaşı”.
Bu fasılları -şimdilik- ayrı tutup soralım:

Tişörte mecbur muyum?
- Paralı eğitim nasıl olup da fırsat eşitliği sağlıyor?
- Yanlış kurgulanmış bir sistemi cansiperane savunmanın, eğitimde adaletle ne ilgisi var?
- Geçmişte kalmış tekil başarı öyküleri, her yerinden dökülen sistemi düzeltmeye yeter mi? Ya da yıllarca dershaneye gittiği halde üniversiteye girememiş gençlerin istatistiği nedir?
- Neden her yaz sonuçlar açıklandığında, başarılı çocukların üzerine daha anneleriyle kucaklaşmadan dershane tişörtü giydiriliyor; milyon dolarlık yıldız futbolcu misali, ambalajlı bir piyasa ürününe dönüştürülüyor? Son tahlilde ticari bir işletmenin, 17 yaşındaki bir gencin zekâsını, emeğini sadece kendisine mal etme hakkı var mı?
Kimse kimseyi kandırmasın.
Dershaneler kapatılırsa, gençlerin zor duruma düşeceğini söylemek, “duygusal”(!) bir yaklaşım olarak, dershane tişörtü giydirilmesinin farklı bir versiyonudur.
Dershaneler, sonuçta piyasa kurallarına göre çalışan işletmeler.
Kapatılmaları da hepsinden önce, para ve mevzi kaybıyla sonuçlanacak bir icraattır.
Ancak yukarıdaki sorulara verilecek samimi yanıtlar, “girişim özgürlüğüne” müdahale tartışmasının, daha meşru bir zeminde yürümesini sağlayacaktır.

Fidan istedi ve aldı
Bizim -İlhan Taşcı imzalı- dünkü manşet haberimiz çok önemliydi. MİT’in mahkeme kararı olmaksızın gazetecileri dinlemesini belgeleyen haber, hukuk devleti anlayışı açısından ibretlik.
Ama fazla şaşırmadım. Haberi görünce, üç yıl önceki bir şaşkınlığımı hatırlayıp “Demek ki MİT Müsteşarı Fidan istediğini almış” diye geçirdim içimden.
5 Ocak 2012’ye dönelim... MİT, “karargâh”ın kapılarını medyaya açmış.
Müsteşar Fidan, -aralarında yer aldığım- gazete-TV temsilcilerine kapsamlı bir sunum yaparak, soruları yanıtlıyor.
Fidan “dinleme” konusundaki görüşünü şöyle aktarıyor:
“İleri demokratik standartlara sahip ülkelerin istihbarat servislerinin daha çok hakları var. Bakanların, bürokratların dinleme yetkisi olabiliyor. Bizde dinlemeler mahkeme kararıyla yapılıyor.”
Soru-cevap bölümünde bir meslektaş, bu sözleri hatırlattığı Fidan’a, “Daha çok yetki mi istiyorsunuz” diye soruyor.
Fidan biraz duraksıyor:
“Bunu buradan bu şekilde söylemek istemiyorum. Ama bazen zorda kalıyoruz. Rekabet etme şansımız kalmıyor” diyor ve yetkinin bürokratlara verilmesi gereğini tekrarlıyor.
O dönem çalıştığım gazetede, böyle bir yaklaşımın hukuk devleti açısından sorunlu olduğunu vurgulamış, yazıyı da “bu isteğin gerçekleşmemesi” dileğiyle bitirmiştim.
Yani, üç yıl önce yeterince şaşırdığım için bugün şaşırmıyorum.
Ama not düşeyim: MİT’in, gerekçe olarak sunduğu “kamu güvenliği”, hukuk fakültelerinde “belirsiz kavram” olarak öğretiliyor.
Neden mi?
İçi, yürütme organınca keyfi olarak doldurulabildiği için...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hoşça kalın 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları