Ayşegül Yüksel

Büyülü sularda tanrılaşma özlemi

21 Ocak 2014 Salı

Oyun Atölyesi’nin yeni oyunu ‘Nehir’ İstanbul dışında da seyirci karşısında

İki hafta önce Gülşen Karakadıoğlu’nun Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen “Nehir adlı oyununu yazmıştım. İlginç bir raslantı, bu yazıda da Oyun Atölyesi’nin yeni yapımı olan “Nehir (The River) başlıklı bir İngiliz oyunu yer alıyor.
Suratına tiyatro”nun sözcülerinden, Cambridge diplomalı Jez Butterworth’un ilk kez 1995’te sahnelenen ilk oyunu “Mojo”, geçtiğimiz yıllarda Ankara’da da Erdal Beşikçioğlu tarafından iki kez sahneye çıkartılmıştı. (Beşikçioğlu’nun ilk yapımında yer alan sanatçıları daha sonra “Behzat Ç” dizisinde bütün ülke izledi.) Butterworth metinleri bugün Broadway tiyatrosunda da, sinemada da yaygın konumda.
“Mojo” maçoluğun krizde olup olmadığını sorguluyordu. Yazarın son yapıtlarından olan “Nehir” ise “erkek” olanın “kadın” karşısındaki “evrensel” konumunu işliyor. “Sıradan çapkınlık” olarak nitelenebilecek “tenhalara kadın atma” alışkanlığı ile erkek cinsine -“Havva” örneği- ihanet etmiş kadını denetim altına alıp, “Adem”in “cennetten kovuluş” öncesindeki “tanrısal” konumuna ulaşma özlemi arasında gidip gelen bir oyun izliyoruz.
Sahne olayı boyunca garip bir durumun içinden çıkmaya çalışıyoruz. Okyanusa ulaşan bir nehir bölgesindeki kulübesinde bir kadın arkadaşını ağırlamakta olan erkeğin tutkusu, yılın kısacık bir döneminde yakına gelen “deniz alası”nı yakalamaktır. O büyülü zaman kaçırılırsa, balıklar yok olup okyanusa karışmaktadır. Çocukluğunda düş ve gerçek arası bir konumda yakaladığı ve sonra da elinden uçup giden deniz alasını efsaneleştirmesiyle, ünlü “Moby Dick” romanının -yaşamını, kendisini sakat bırakan balinayı alt etmeye adamış- Kaptan Ahab’ını anımsatan Erkek, bir yandan da Hıristiyanlık mitolojisindeki “balıkçı” simgesinin içerdiği çağrışımlara açılmaktadır.
Ulaşılmak istendiği tanrısal konumda kadının katkısı da gerekli sayılmaktadır. Erkek, göz koyduğu kadınları ele geçirmede usta, böylece erkini yaygınlaştıran/çoğaltan tanrıların başı, zampara Zeus gibidir... Kadınlar, bir anlamda, Erkek’in tanrısallığa ulaşma yolunda -mitolojik bir törensellikle- sunduğu birer “adak”, birer “kurban”dır. Kadının harcanmışlığının yazarı Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” romanının okunması, ozan eşi Sylvie Plath’ı intihara sürüklediği savlanan, usta doğa ozanı Ted Hughes’un şiirinin kadın karakterlerden birine zorla okutulması, “kurban” çağrışımını güçlendirmektedir.
Birbirini izleyen sekiz sahneden oluşan oyunda, bir kapıdan çıkan kadının yerine ikinci bir kadın girmektedir. Böylece birbirinin içinden geçen sahnelerde, bir yandan iki ayrı (belki de daha çok) kadınla yaşanmış ilişkilerin aşamaları canlandırılmakta, öte yandan da deniz alası avına (ritüeline) olan kadın katılımı çeşitlendirilmektedir.
Görülen, Erkek’in arayışının hiç sonuçlanmayacağıdır. Çünkü kulübesine gelen kadınların isteği, bu arayışta “araç” değil, Erkek’in yaşamında “amaç” olmaktır. Bu nedenle, ya Erkek’in tutkusunu paylaşır gibi görünüp yalan söyler, rol yaparlar ya da Erkek’in, en duyarlı anlarında oluşturmaya çalıştığı “ritüel”i bozuverirler. Sonuç olarak da gün gelir, her birinin bir kâğıda çizilivermiş resmi unutulur, üstüne bir çarpı atılır. “Havvalık”larını önünde sonunda yaptıkları, Erkek’i “cennetsiz” ve “yalnız” bıraktıkları için...
Yarattığı çağrışım zenginliğine karşın, “Nehir” önemli bir oyun değil. Çekiciliğini şaşırtıcı kurgusundan alan bu 70 dakika süreli tek perdelik metin, 20 dakika daha uzasa bütün büyüsünü yitirecektir. Ne ki birinci sınıf bir “oyuncu oyunu” olduğu yadsınamaz. Yönetmen Bilginer, Hira Tekindor’un doğal çevirisiyle sahneye getirdiği oyunu Gamze Kuş’un kusursuz sahne tasarımı, Yüksel Aymaz’ın usta işi ışık kullanımı ve Tolga Çebi’nin oyunun büyüsünü besleyen müzik düzenlemesiyle sağlam bir altyapıya oturtmuş. Üç oyuncuya “büyü”yü sürdürmek kalıyor. Birbirinden farklı karakter özellikleri taşıyan “Kadın”lar olarak oyunun dört sahnesini Ayça Bingöl, üçünü Canan Ergüder taşıyor. Haluk Bilginer ise tüm sahnelerde yer alıyor. Bingöl-Bilginer ikilisi özellikle alt tonlarda sürdürdükleri sahnelerde, duyarlık düzeylerini buluşturarak “küçük oynama”nın inceliklerine ulaşıyorlar. Ergüder-Bilginer sahnelerinde ise kendini çeşitli ruh durumları içinde net bir anlatımla ifade edebilen bir kadın ve onu dikkatle gözlemleyen bir erkek var. Böylece oyunculuk sahneden sahneye çeşitlenerek soluklanıyor ve renkleniyor. Üçü de usta. Haluk Bilginer, tıpkı yıllar öncesinin “Aldatma”, “Histeri”, “Ayrılış” oyunlarında olduğu gibi, oyunculuk dersi olacak güçte bir yorumla karşımızda.  

> Haluk Bilginer, tıpkı yıllar öncesinin “Aldatma”, “Histeri”, “Ayrılış” oyunlarında olduğu gibi, oyunculuk dersi olacak güçte bir yorumla karşımızda.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘Öteki’nin dramı 22 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları