Altan Öymen

TBMM’de ayağa kalkmak

11 Ekim 2024 Cuma

Cumhurbaşkanı Meclis’e girişinde, milletvekilleri ne yapmalı? Onu selamlamak için ayağa kalkmalı mı, kalkmamalı mı?

Bu soru Meclis’in bu yasama yılına girişinde, yeniden söz konusu oldu ve tartışmalara yol açtı. “Yeniden” diyorum. Çünkü o tartışmaların başlangıcı, çok partili demokrasiye geçiş sürecimizin ilk yıllarındadır ve hayli ilginçtir. Ben o dönemin “görgü tanıkları”ndan biriyim. O konuya çarşamba günlerindeki yazılarımda yeterine değinmeye fırsat olmadı. Bunu, genel yayın yönetmenimizin de önerisiyle bugün bu sayfamızda yapmaya çalışacağım.

***

Cumhuriyetimizin çok partili demokratik hayata geçiş süreci, malum, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte 1945 yılında başladı. İktidar partisi CHP’nin dışında yeni partiler kuruldu. Siyasetle ilgili kanunların, o gelişmeye göre, değiştirilmesine çalışıldı. Ve 21 Temmuz 1946 günü -1930’lardaki Serbest Fırka- tecrübesinden sonraki ilk “çok partili seçim” yapıldı. O seçime CHP’nin karşısında, Celal Bayar’ın başkanlığındaki muhalefet partisi Demokrat Parti (DP) katılmıştı. CHP 397, DP 61 milletvekili çıkardı. Ayrıca çeşitli illerden kazanan 7 bağımsız aday da vardı.

Seçim sonuçları tartışmalıydı. Tek partili seçimden kalan alışkanlıkların da etkisiyle, seçim güvenliğini sağlamakla görevli bazı memurların baskılar uyguladığına, usulsüzlükler yaptığına dair ihbarlar vardı. Gerçi, şu da vardı: O ihbarların, şikâyetlerin hepsi doğru çıksa ve kabul edilse bile, bu CHP iktidarının değişmesine yetmeyecekti. Çünkü, Demokrat Parti’nin, seçime katılabilen adaylarının sayısı, Meclis çoğunluğuna ulaşmasına yetmeyecekti. Ama kazanacağı milletvekili sayısı, 61’in hayli üstünde olacaktı.

Ayrıca, DP’nin iktidara ulaşacak kadar aday gösterememesinin sebeplerinden biri de seçimin, yeni kurulan muhalefet partilerinin yeteri kadar örgütlenmesine fırsat vermeyecek kadar erken yapılan bir seçim olmasıydı. Muhalefet, iktidarı o yüzden de eleştiriyordu.

Kısacası, 21 Temmuz 1946 seçimi tartışmalı bir seçimdi 1946’daki 21 Temmuz seçimi. Ve o tartışma yeni Meclis’in açılışına kadar devam etmişti.

DP muhalefeti, başta seçim yasaları, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yasaları olmak üzere, demokrasiyle ilgili mevzuatın yeniden değiştirilmesini istiyordu. O değişiklikler yapılmazsa, yaklaşan yerel seçimler dahil, hiçbir seçime girmeyeceğini ilan ediyordu.

Özetle: Yeni Meclis’in ilk toplantı günleri çok gergin bir hava içinde başlamıştı.

O günlerden en heyecanlısı da tabii, yeni cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı 5 Ağustos 1946 günüydü.

Şimdi o Meclis’in o günkü toplantısıyla ilgili gazete haberlerine bir göz atalım.

Mesela, Cumhuriyet’in birinci sayfa manşetine. Şöyle:

“Meclis açıldı. İnönü 451 oydan 388’i ile tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi.”

Manşetin altındaki başlıklardan birinde, Demokratların aday gösterdiği Mareşal Fevzi Çakmak’ın 59 oy aldığı belirtiliyor. Daha alttaki bir başlıkta ise şu ifade var:

“İsmet İnönü kürsüye giderken Halk Partisi milletvekillerinin ayakta kendisini şiddetle alkışlamalarına mukabil, Demokratlar ayağa kalkmadılar ve sükûnetlerini bozmadılar.”

KALKANLAR VE OTURANLAR

Gazetede yer alan “Ankara’dan Notlar” sütununda ise o başlıktaki durum şöyle özetleniyor:

“Cumhur reisi seçimi yapıldı. Meclis Reisi (General Kâzım Karabekir) gitti, İsmet İnönü’yü aldı geldi. Bütün Meclis ayakta kendisini selamlıyor. Reyini verip giden Mareşal Fevzi Çakmak müstesna, bütün Demokrat Parti mensupları, 58 kişi, oturdukları yerden kımıldamıyorlar. Cumhur reisi yeminini bitirince, gene bütün Meclis ayakta alkışlıyor. Gene Demokrat Parti mebusları oturuyor ve susuyorlar.

Bunun manası şu: DP’ye göre bu Meclis kendi anlayışına göre teşekkül etmiş değildir, binaenaleyh, onun intihap ettiği (seçtiği) cumhur reisini biz tanımayız.

Halk Partisi’ne göre vaziyet şudur: Her ne olursa olsun, devlet reisini selamlamak, hakiki bir demokrasi âleminde, muhalif, muvafık bütün milletvekillerinin vazifesidir.

Husumet havası bu iki zıt görüş noktasında ilerledi. Fakat teker teker iki parti milletvekilleri arasında da ufak tefek münferit hadiseler olmadı değil. Mesela, bugün biri Halk Partisi’nde kalmış, diğeri Demokrat Parti’ye girmiş, iki eski dost, Meclis koridorlarında birbirlerine rastlamışlar, birinin uzattığı eli diğeri sıkmadığı için, yekdiğerine karşı fazla ileri laflar etmişlerdir. Bu neviden kavgalar bütün içtima sırasında Meclis salonunda bile devam etti.”

***

Buna bir de benim yazdığım “Anılı Kitapları”mdan bir bölüm ekleyeyim:

“Cumhurbaşkanının Genel Kurul salonuna girerek yemin edişi sırasında günün asıl sürprizi yaşandı.

O vakte kadar, Cumhurbaşkanı salonda görünür görünmez herkesin ayağa kalkması geleneği vardı. Milletvekilleri o ayağa kalkma anında devlet başkanından alkışlarını da esirgemezlerdi.

Bu defa İnönü’nün salona girişinde, CHP’liler bunu yaparken DP’liler oturdukları yerden kımıldamadılar. İnönü’yü alkışlayacakları zaten tahmin edilmiyordu ama bu “oturma eylemi” hiç beklenmiyordu. Bunu herhalde son dakikalarda kararlaştırmışlardı.

Bu, CHP’li milletvekillerinin ‘Ayıp, ayıp’ diye gösterdikleri tepkilere neden oldu. Devlet başkanlarına, karşıtları tarafından da saygı gösterilmesi, dünyanın her tarafında gelenekselleşmişti. DP’liler bu geleneği çiğnemekle suçlandı.

DP yönetiminin bu suçlamalara cevabı şöyle oldu: ‘Bizim inancımıza göre TBMM’nin üstünde hiçbir güç yoktur. Meclis kimsenin önünde ayağa kalkmaz.’

Bu notların arkasına da ben kişisel bir yorum eklemişim. Şöyle:

“Bu ‘büyük laf’ın arkasının nasıl geldiğini ben ileride, gazeteci olarak hep izleyecektim. Demokrat Partililer o toplantıdan dört yıl sonra, 1950’de iktidara gelip Bayar’ı cumhurbaşkanı seçtikten sonra, bunun sıkıntısını çok çekeceklerdi. Bayar’ı ilk seçtikleri gün, onun salona girişinde ne yapacaklarını şaşıracaklar, eski tutumlarıyla tutarlı kalmak için onu oturdukları yerden kalkmadan alkışlamaya çalışacaklardı. İçlerinden heyecanlarını tutamayanlar gene de yerlerinden fırlayacaklar, arkadaşları tarafından eteklerinden tutularak oturtulacaklardı. Bu yüzden kendi aralarında da tartışmalar çıkacaktı. DP’li cumhurbaşkanını, Meclis’e girişinde hep birlikte ayağa kalkarak selamlayan parti grubu, 1950’de muhalefette kalan CHP grubu olacaktı.

DP’lilerin başlattığı bu ‘ayağa kalkıp kalkmama’ sorununun tamamen ortadan kalkması ve cumhurbaşkanına gösterilecek saygının normalleşmesi için aradan hayli zaman geçmesi gerekecekti.”

***

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ise muhalefete karşı ılımlı bir politika çizgisi izlemek niyetindeydi. Başbakanlığa atadığı Recep Peker ile DP lideri Celal Bayar ile ayrı ayrı görüşmeler yaptı. İkisini birlikte davet edip görüştü. Ve muhalefetin isteklerinden büyük kısmının kabul edilmesinden yana olduğunu belirterek iki taraf arasında bir anlaşma zemini oluşturmaya çalıştı.

İNÖNÜ BAŞKANLIĞI BIRAKTI

1947’nin temmuzunda da “12 Temmuz Beyannamesi” adıyla tarihe geçen bir bildiri yayımlayarak o havayı geliştirdi. O arada, şimdi pek fazla hatırlanmayan bir adım daha attı… CHP’nin genel başkanlığını fiilen bıraktı. CHP kurultayının gündemine bir “genel başkan vekili seçimi” maddesi koydu. Ve şunu ilan etti: “Cumhurbaşkanlığımın sonuna kadar, tüm parti görevlerini artık partinin genel başkan vekili yönetecektir. O ‘vekil’ kurultay tarafından seçilecek ve hemen görevine başlayacaktır.”

Kurultay o seçimi yaptı. Eski bakanlardan Hilmi Uran “CHP Genel Başkan Vekili” seçildi. Göreve başladı.

İnönü de artık parti işlerine karışmadığının göstergesi olarak yurtiçi gezilerinde, yanına iki parti yönetiminden de birer milletvekili davet etmeye ve halkla temaslarını onlarla birlikte sürdürmeye başladı.

Ayrıca muhalefetin Seçim Kanunu’nda köklü bir değişiklik yapılarak tüm seçim yönetiminin ve denetiminin hâkimler tarafından yapılacağına ilişkin teklifini de kabul etti. Seçim Kanunu’nun ona göre Meclis’te iki partinin birlikte ve oy verdiği bir kanun olarak kabul edilmesini sağladı.

Ve 1950’nin 14 Mayıs’ında milletvekili seçimleri ülkenin her yanında, hiçbir önemli itiraza yol açmadan gerçekleşti…

Ve iktidar değişti… Cumhurbaşkanlığına Celal Bayar aday oldu. Ama o göreve seçilmeden önce, parti başkanlığından ayrılmıştı. DP’nin başkanlığına Adnan Menderes’in seçimini sağlamıştı. Bu da cumhurbaşkanlarının aynı zamanda partilerini yönetebilmeleri olanağını ortadan kaldıran bir gelişme oldu. (2017 yılına kadar.)

***

Buraya kadarki gelişmesiyle, “Ayağa kalkılsın mı, kalkılmasın mı?” tartışmasının ilk iki bölümü, başlangıçlarındaki sıkıntılarına rağmen, sonuç olarak, demokrasimiz için faydalı olmuştur. Demokrasilerde cumhurbaşkanlarının aynı zamanda partilerinin genel başkanı olmasının yol açtığı problemleri ortadan kaldırmıştır. 1940’lardaki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, parti genel başkanlığını, fiilen partisinin bir başka yetkilisine devretmiş, sadece cumhurbaşkanlığı görevini yürütmeye başlamıştır. 1950’de partinin genel başkanı olan Celal Bayar, cumhurbaşkanlığına aday olmadan, parti liderliğinden ayrılıp o görevi Başbakan Adnan Menderes’e devretmiştir.

Her iki halde de Türkiye, “Hem Cumhurbaşkanı-Hem parti lideri” sisteminin bazı hallerdeki çok büyük sakıncalarıyla karşılaşmaktan uzun bir süre için kurtulmuştur.

Aslında bu, “hem devletin, hem partinin” başında olmak, Cumhuriyet döneminin en otoriter olması gereken zamanlarında bile tercih edilen bir sistem değildi. Atatürk’ü hatırlayalım. 1923’te arkadaşlarıyla birlikte İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçeyle resmen kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı (o zamanki deyimle umumi reisiyken), yeni devletin Cumhurbaşkanlığı’na seçildikten hemen sonra, partisinin “umumi reisliği” görevini, “umumi reis vekili” seçilen İsmet İnönü’ye devretmiştir. 1950’den sonra İnönü’nün o görevi Hilmi Uran’a devrettiği gibi...

***

Bugüne gelince, cumhurbaşkanı ve parti genel başkanlığı görevlerinin birleştirildiği bugünkü yönetim usulümüzden doğan sorunlarımızın, hele son yıllarda çok daha büyüdüğü gerçeği ortadadır.

O sorunların biraz olsun azalması yolunda biraz olsun mesafe alınmasını, tabii, herkes istiyor. Bunun gerçeklemesi için, bugünkü “cumhurbaşkanı+parti başkanı”nın o iki görevden birini seçmesinden başka çare yok... O çare Atatürk tarafından da İsmet İnönü tarafından da, Celal Bayar tarafından da görülmüş ve gereği, o zamanki koşulların imkânları içinde yerine getirilmiştir.

Dilerim, son “Ayağa kalkmalı  mı, kalkmamalı mı?” tartışması da bugünkü devlet yetkilileri tarafından aynı yönde değerlendirilsin.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kapalı ve açık... 9 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları