Olaylar Ve Görüşler

‘Yurtta masa, komşuda masa...’

25 Ekim 2015 Pazar

Türkiye, Irak ve Suriye’den kaynaklanan IŞİD fenomenini, ulusal güvenlik riskleri arasında listenin başına yazıyorsa, bu riski yönetilebilir çerçeveye almanın tek yolu bulunuyor.

Türkiye’nin IŞİD riskini yönetebilmesi; Irak ve Suriye Kürtleriyle, onları temsil eden siyasi kurum ve oluşumlar üzerinden akılcı ve art niyetsiz ilişkiler kurmak, kendi içinde de başta Kandil olmak üzere gerekli doğrudan temasları derhal başlatarak Çözüm Süreci adı altındaki çatışmasızlık haline geri dönmekten geçer. Esasen imkân ve kabiliyeti dikkate alındığında, Ankara’nın bunların dışında atacağı anlamlı bir adım da bulunmuyor. Hem Irak’ta hem Suriye’de arabayı atın önüne koştuk ve tarihin akışına aksi yönde giderek ülke birliği vurgusu yapıp durduk.
Bu mantravari biteviye terennümün ardında Kürtlerin ülkemizin eşit yurttaşları olduğu gerçeğini yadsımamız ve Suriye ile Irak’ın yansımalarının onları ayrılıkçılığa sevk edeceği paranoyası var.

Aksesuar değil
Sekülerizmin aksesuar değil, Cumhuriyetimizi komşudaki yangından koruyan toplumsal tutkal olduğunu göz ardı eden yine aynı zihniyet.
Nasıl ölçüleceği belirsiz bir özgüven artırma kaygısıyla, askeri, diplomatik ve istihbari imkân ve kabiliyetimizin ne düzeyde olduğunu idrakten yoksun oluşumuz da bölgesel dış siyasette uygulamayı hepten sakatlıyor.

‘Devlet aklı’
Dış siyasete yeni ayar yapabilmek, mitlerden değil verilerden hareket etmeyi ve bunları siyasi liderliğe yaranma kaygısından bağımsız biçimde değerlendirebilmeyi gerektiriyor.
Oysa biz veri derlemiyor, harita kullanmıyor, askeri durum değerlendirmesi yapmıyoruz. Dolayısıyla hariciyenin son dönemdeki işlevi devasa bir yazmanlığı andırıyor. Üzerine Kürtler söz konusu olduğunda tepeden bakan “aklınızı başına alın, yoksa...” söyleminden bir türlü vazgeçmiyoruz. Nedeni Kürtlerle kurulacak gerçekçi ilişkinin bildiğimiz anlamda Cumhuriyetimizin sonunu getireceğine dair refleks.
Buna “devlet aklı” diyenler de var. Demokraside devletin aklı değil ancak hafızasının yani arşivinin olacağını kabullenemiyoruz, ürettiğimiz tevatürler çarpıtılmış tarih nevrozumuzu sürekli besliyor.

Doğarken batarken
IŞİD, öncelikle Irak’ın yarattığı bir olgu ve yakın gelecekte ortadan kaybolacak değil. Bu oluşum tüm hunharlığına rağmen Irak ve Suriye toplumunun belirli Sünni katmanlarında bir karşılığa sahip.
Irak’ta ve Suriye’de Şii- Sünni yarılması kalıcı bir gerçek. İran, her iki ülkede sahada bu yarılma üzerinden bizim olmadığımız, olmayacağımız ve hiç olmamamız gereken denli etkin. Bilindik yumuşak güç-sert güç karşılaştırması bağlamında Erbil’de söyleyegeldiğim üzere, bölgede her zaman İran güneş battıktan, Türkiye ise gün ağardıktan sonra güçlü. RF’nun Suriye’deki askeri mevcudiyetinin büyüklüğü ve niteliği Esad’a tek başına zafer kazandıracak kapasiteden uzak. Ancak Esad rejiminin “ani çöküşünü” de önleyebilecek yapıda. İran’ın önceliği Irak, Suriye, Lübnan (ve doğuda Afganistan) Şii hattında Hizbullah ve benzeri milis güçlerinin merkezle doğrudan kara bağlantısını açık tutmak. Esad, İran’la baş başa kalmaktansa, RF’nin da yanında olmasını manevra alanını korumak için tercih ediyor.

ABD’nin amacı
ABD, Esad rejimine bağlı devlet aygıtının, Irak’ta Saddam’ı devirdikten sonra acı biçimde öğrendikleri gibi, ayakta duramayacağını öngörüyor.
IŞİD’i ucu Türkiye’ye bağlı lojistik destek hattı kesilmiş durumda belirli bir alanda çevrelemeyi amaçlıyor. Suriye direnişine, batıda Türkiye üzerinden omuzdan atılan uçaksavar değil güdümlü tanksavar silahlar vermekle yetiniyor. Kuzeyde ise YPG liderliğinde Arap ve Asurilerle kurulan yeni oluşuma bu kere Kuveyt’ten mühimmat desteğinde bulunuyor.
IKB’ye de Bağdat’ın biçimsel hassasiyetlerini gözeterek yardım ediyor. Bizden de İncirlik’i bunun için “aldı”. IŞİD’in doğal sonunun ancak Musul geri alındığında, bununsa oranın yerli Sünni Arapları bu işe giriştiğinde olabileceğini anlıyor.

Ya Türkiye?
Mezhep ve etnik yapı gibi ikincil olması gereken bilgiler seküler bir ülke olan Türkiye’nin dış politikasını neden yönlendirsin? Sovyetler dağıldıktan beri tutturduğumuz “kardeş ve akraba” topluluklar tezi, iş komşumuz Irak Kürdistanı’na gelince duvara toslamadı mı? Türkiye’nin dış politikasında adı konmamış bir “apartheid” yaklaşımı mı izlenmektedir? 15-20 milyon Kürt yurttaşımız varken, Irak ve Suriye Kürtleri bizim “kardeşimiz” değil mi? Buna karşılık Halep bizim vilayetimiz mi?
Sözün özü, Ankara’nın PKK ve PYD ile doğrudan iletişim kanallarını yeniden açması ve geçiş sürecini Esad’lı Suriye’den Esad’sız Suriye’ye değil, “silahlı çatışmadan müzakereye geçiş” olarak yeniden tanımlaması gerekmektedir.
Aklın yolu, içeride ve dışarıda eninde sonunda masaya oturmaktan geçiyor.  

AYDIN SELCEN
Eski Erbil Başkonsolosu



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları