Olaylar Ve Görüşler

Yargıyı kim kurtaracak?

11 Temmuz 2015 Cumartesi

7 Haziran seçimleri, yasama ve yürütme organının bileşiminde önemli değişiklikler açığa çıkardı. Parlamenter demokrasi açısından bakıldığında bir genel seçimin bu sonuçlara yol açması elbette olağan karşılanmalıdır. Oysa seçimin en önemli sonuçları yargı organı üzerinde gerçekleşecek/gerçekleşmesi beklenecek.

Koalisyon görüşmeleri öncesinde siyasal partilerin kamuoyuna yansıyan tartışmaları, ilkesel kararları bunu gösteriyor.
Yolsuzluk dosyalarının tekrar açılması, Adalet Bakanlığı’nın hangi partide kalacağı yönlü tartışmalar yeni dönemin en önemli tartışma konuları olarak önümüzde duruyor. Bu tartışmaların kendisi dahi yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı noktasında üretilen tüm söylemlerin gerçeği yansıtmadığını gösteriyor.
Muhalefet cephesinden bakıldığında mevcut iktidarın adalet bürokrasisine sahip olunmakla alaşağı edileceğine, iktidar cephesinden bakıldığında ise Meclis çoğunluğunu yitirmiş olsalar bile yargı bürokrasisini dünün muhalefetine teslim etmeyerek iktidarı kaybetmeyeceklerine ilişkin inanç bu gerçeğe işaret ediyor.
Yargı pratiği
Türkiye’de yargının pratiği bu inancın hiç de yersiz olmadığını gösteriyor. Türk yargısının bugüne kadar üzerinde durduğu hat, iktidar alanının toplumsal ve bireysel özgürlükler gibi toplumsal talep alanlarının derinleştiği noktalarda devlet ve iktidar lehine bir aktör haline gelmiş ve esasen bir politik araç rolüne soyunmuştur.
Farklı siyasal ideolojik ve toplumsal tercihlerin bastırılması yönündeki bu tarihsel misyonu, Türkiye’de yargının kritik dönemlerde ve iktidar güçleri nezdindeki önemini artırmış ve daha işlevsel kılmıştır. Gezi, yolsuzluk dosyaları, MİT TIR’ları sonrasında yargının tavrını bu işlevden bağımsız ele alamayız.
Yargı ve iğfal
Türkiye’de yargının adalet ürettiği bir tarihsel kesit bulunmamaktadır. Yürütmenin bir dairesi haline gelen yargı gündelik sorunlara dahi cevap veremeyecek ölçüde iğfal edilmiştir. Necati Cumalı’nın nefis öyküsündeki gibi bu adliyenin ken- disi doğrudan güç kullanmadığında bile bir yıldırı haline dönüşmüş olması akılda tutulmalıdır.
“Birkaç ayda bir kafası kızdıkça yeğenine dava açan Veli Sayın her hafta avukatın yazıhanesine gelip ‘ayağını poposunun altına alıp’ kahvesini ve sigarasını içerek avukatı lafa tutar. Avukat Nihat davayı kazanamayacağını söylemesine rağmen Veli Sayın diretir: “Sen koskoca avukatsın, şu cahil Hüsnü’nün hakkından gelemeyecen mi? İki ay olsun dama tıktırmıcen mi şu hayırsızı” der. “Tıktıramam” cevabına rağmen önemsiz bir atışma nedeniyle dava açmasını ister. Avukatın bu ısrarının nedenini öğrenmek istemesi üzerine sonunda dayanamaz baklayı ağzından çıkarır: “.. Daha açık söyletmesene beni. Kış günü, Gölcük’ten mahkemeye yaya gelsin gitsin, ona o ceza yeter. Kurtuldum diye oh dedirtir miyim ben ona? Sen aç davayı, burnu sürtülsün deyyusun...”
Türk adliyesi açısından sorun sadece bir başarısızlık örneği yaratmasından da kaynaklanmaz. Daha önemlisi adliyenin hükümetin bürokratik bir kolu olarak halka karşı mücadelenin merkezi haline gelmesidir.
Bu noktada demokrat yargıçların yargı-mahkeme-adliye kavramları üzerinden yaptıkları anlamlandırma dikkat çekicidir. Kavramların anlamlarını gerçek bir düzeye çekilmesi halinde bırakınız Türkiye’de bir yargı faaliyetinden bahsetmeyi bir mahkemeden dahi söz etmeniz mümkün değildir.
Keza mahkemeler bazı sujeler ve onların hakları ve ödevleri üzerinden anlam kazanır. Türkiye’de yargılama pratiği kimi sujeleri “sanık-avukat” dışına attığından artık mahkemenin varlığından da bahsedemeyiz. Ortada artık devletin maaşlı memurları, hâkim-savcı-kalem personeli kaldığından onun adı artık adliyedir.
Adliyeler
Mahkemelerin ve hâkimliklerin siyasal iktidar tarafından iktidarlarını sürdürme amacıyla kurgulanmasının yanında hâkim/savcıların bu politikaya gönüllü katılımından da söz etmek gerekir. Türkiye’de siyasal iktidarın tüm direktiflerini koşulsuz yerine getiren adliye teşkilatının varlığı adalet talebine ulaşmayı büsbütün imkânsız kılmaktadır.
Hâkim/savcı alt kültüründe kalıcı değişiklikler olmadığı sürece adalet sorununun çözümü mümkün değildir. Tek başına topluma hükmeden “sultan” değil onun direktiflerini, savcılık soruşturmasına, mahkeme kararına dönüştüren gönüllü hizmetkârların varlığının da yaşadığımız adaletsizlikteki payı unutulmamalıdır.
Sultan ‘Kanuni’ Süleyman’ın ölüm döşeğinde “Ebu Suud’un bütün fetvalarını benimle birlikte gömün” dediği rivayet edilir ve Ebu Suud’un da bu haber üzerine dövündüğü. Elbette Sultan’ın; ölümün kapıda olmasının verdiği gerçekçilikle, o güne kadar kendi isteklerine uygun verilmiş fetvaların din ve diyanetle de hukuk ve adaletle de ilgisi olmadığını bildiğinden, bu devri kendisi ile birlikte kapatmaya çalıştığı yorumu yapılabilinir. Ama esas eğlenceli yorum Ebu Suud’un dövünerek söylemiş olduğu söz üzerine yapılmalıdır: “Benim fetvalar orada onu kurtarır, ama beni orada (veya egemen artık gittiğine göre burada da) kim kurtaracak?
Bu misal üzerine sorulacak soru koalisyon pazarlıkları belki “sultan”ı kurtarır, peki o devasa yolsuzluğu aklayan, bu memlekete devasa bir adaletsizlik armağan eden yargıyı kim kurtarır?

TAYLAN TANAY
Avukat



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları