Olaylar Ve Görüşler

Sykes-Picot’nun sonu

03 Ekim 2015 Cumartesi

Çok değil, bir yıl kadar önce IŞİD, bir yandan Suriye’de kontrol ettiği bölgeleri genişletip diğer yandan Irak’ın üçüncü büyük kenti Musul’u ele geçirdiğinde, yayımladığı bir propaganda videosuyla “Sykes- Picot’nun sonunu” ilan ediyordu.

 

İtilaf devletleri tarafından Birinci Dünya Savaşı sürerken kotarılan gizli anlaşmalardan biri olan Sykes-Picot Antlaşması’na yapılan bu göndermeyle aslında, savaş sonrası oluşturulan bölgesel düzen kastediliyordu.
Günümüz Ortadoğu devlet ve sınırlarının oluşturulmasında San Remo Konferansı ile Lozan Antlaşması bu anlaşmaya göre çok daha belirleyici olmuşlarsa da, “Sykes-Picot düzeni”, hiç kuşkusuz, bölgeye dönük emperyalist müdahalelerin kod adı oluyordu.

Yapay sınırlar
Meşhur yakıştırmadır: Ürdün ile Suudi Arabistan arasındaki sınır çizgisindeki zikzağın, o dönem İngiltere’nin sömürgelerden sorumlu bakanı olan Winston Churchill’in, 1921 yılında Kahire’de, bol içkili bir öğle yemeği sonrası bu sınırı tek bir dolmakalem hamlesiyle çizmekteyken hıçkırması sonucu ortaya çıktığı anlatılır.
Bu yakıştırma ile zihinlerde pekişen “yapay sınırlar” anlatısının mantıksal mütemmim cüzü, bölgemiz Arap devletlerinin tam da bu yapaylıkları yüzünden başarısızlığa mahkûm zorlama yapılar oldukları savıdır.

Esas sorun
Ortadoğu’ya dönük bu yaklaşımın IŞİD’e has olmadığı, Sykes- Picot düzeninin gerçekten sona erip ermediği sorusunun bölge uzmanları tarafından ciddi incelemelere konu edilmiş olmasından anlaşılabilir.
Fakat bu incelemelerin hepsi, şu veya bu ölçüde, bölgenin esas sorununun, sınırların yüz yıl kadar önce büyük güçler tarafından çizilmiş olmasının çok ötesinde olduğunu ortaya koyuyor. Sınırlar, ayırdıkları devletler gibi ve aslında tam da bundan dolayı, tarih üstü değil, belirli tarihsel süreçlerin sonucu ortaya çıkan olgulardır.
Bunların, doğrudan ilgili devletlerin kurucu veya yöneticileri tarafından mı, yoksa bölge dışı aktörler tarafından mı belirlendiği de bir yerden sonra önemsizleşir.

Yırtıp atmak mı?
Modern bir devlet inşası sürecine uygun toplumsal güçlerin zayıf da olsa bulunduğu, kökleri önceki asırlara dayanan Osmanlı- Türk modernleşmesi gibi belirli bir tarihsel birikime ve kazanımlara sahip halklar, başkalarınca çizilip dayatılan sınırları da yırtıp atabilirler. Mondros’tan Lozan’a uzanan Türk siyasi tarihi, bunun bir örneğidir.
Kâh eşitsiz gelişme kâh emperyalist güçlerin geri bıraktırması nedeniyle üretici güçleri gelişmemiş toplumlar ise, ya modern yönetim biçimlerine hiç sahip olamıyorlar ya da bu yapılar için meşruiyet üretebilecek eşit ve anayasal yurttaşlık gibi kurumların yerine, zora, rant dağıtımına ve aşiret, kabile veya din gibi premodern ilişki ağlarına dayanma yoluna gidiyorlar.
İşte Suriye, Irak, Libya ve son olarak Yemen örnekleri, böylesi ülkelerde siyasal rejimlerin en küçük bir kriz veya emperyalist müdahalede beka sorunuyla karşı karşıya kaldığını ve farklı etnik grup veya mezhepten olan insanların birbirlerini vahşice katletmeye hazır bulunduklarını gösteriyor. 

Churchill’in hıçkırığı
Sykes-Picot düzeni, bölge halklarının eşit ve medeni yurttaşlık ülkülerinin üzerine çöküyor. Churchill’in hıçkırığı, bir asır sonra bölgemizde yeniden kol geziyor. Hıçkırık deyip geçmemek, eşit ve medeni yurttaşlık ülküsünün üzerine titremek gerekiyor. Zira modern siyaset zemini bir kez yitirildiğinde, ne burjuva demokrasisi kalır ne de sınıf siyaseti, yalnızca zorbalık hüküm sürer.  

Coşkun Muslu Akademisyen – Yazar ODTÜ Uluslararası İlişkiler



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları