Olaylar Ve Görüşler

Savaş mı barış mı?

08 Ağustos 2015 Cumartesi

‘Savaş’, çeşitli anlamlarda kullanılan bir sözcük; bağımsızlık ve savunma yönünde yapılan mücadelelerin, evrensel değerlerin üstüne titreyerek verilen uğraşın tanımı olduğu kadar saldırganlıkların tariflerini de içine alan bir ad.

Savaşçı ilk ve orta çağların, ondan da önceki süreçlerin kahramanı, yiğitliğin, şövalye ruhunun gıdası olduğu kadar masum insanların yuvalarını bozan yaşamlarına kasteden, uygarlıkları yok eden bir yıkımın besin kaynağı da olmuştur “yeni ve yakın çağlar”da.
Tanık olduğumuz yakın yıllarda da ortalığı saran yolsuzluğa ve diktatörlüğe karşı gelişin öznesidir bir yandan; okyanusları aşıp gelen saldırganlığı tarif eden bir sözcüktür öte yandan.
Son aylarda/yıllarda Suriye -ondan da önce Irak- sınırlarını aşan ve Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkeleri) rüyalarını gören siyaset ve medya tellallarının çığırtkanlıklarını besleyen saldırganlığın ifadesi olmuştur savaş; “Batılı” dostların ince diplomasi dillerine eşlik eden ve modern silahların yarattığı ortamın da tarifi.

Yaşanan savaşlar
Tüm insancıl girişimlere karşın savaş, adından ve şiddetinden sıklıkla söz ettirmeyi sürdürdü. O “tarihler” sanki hiç yaşanmamıştı. Yaşanmamıştı Türk Kurtuluş Savaşı sanki... Daha önce Birinci Dünya Savaşı; ondan da önce yıllarca/on yıllarca hatta yüzyıl süren ve -şu ya da bu nedenle, din, mezhep, ırk, bölge ve çıkar için- birbirlerini gırtlaklayan, okyanusları aşıp toplumları birbirlerine kırdıran saldırganlıklar karşısında ülkelerini, yaşam alanlarını, canlarını korumaya çalışan çilekeşlerin dramı yaşanmamıştı sanki!

Tarihin omurgası
Çocukluğumda büyüklerden masal gibi dinlediğim “İstiklal Harbi” kulağımı ilk dolduran öyküler arasındaydı. Taşıdıkları önemin bilincine -o zamanlarvaramadığım öykülerdi onlar. Emperyalizme karşı yapılan savunmanın şuurlu günlerini tam kavrayamadan okul kitaplarında bitmeyen savaş sahnelerinin tatsız, gereksiz, insafsız anlatımlarıyla karşılaştım. Savaş sanki Osmanlı tarihinin övgü dolu yansımasıydı.
“Düşman”a (bî-dîn’e), hatta İslam ülkelerine karşı başarılı olduğu düşünülen “sefer-i hümayun”larının hikâyesiydi tarihin omurgası.
1940’lı yıllarda da nüfus kâğıdıma vurulan mühürlerin -usta bir Türkiye Cumhuriyeti politikası ile ülkeme sokulmayan- vuruşmaların uzaktan tanıklarıydı savaş. Buna rağmen -saldırıya uğranılmamış olsa bile- o mühürlerin anlattığı tarihlerde insanımızı bir lokma için ekmek fırınlarının ya da birkaç metre dokuma için manifaturacıların önünde beklettiği kudurganlıktı savaş.
Tarih kitaplarındaki zafer öykülerinin tumturaklı anlatımlarının keyfini kaçıracak olan yine savaş öyküleri olacaktı. İmparatorluk küçülecek, elinde kalan ve çekirdek vatan sayılan toprak parçasını korumak için yapılan savunmaların acıklı hallerini yazacaktı tarih.
Savaş, Anadolu içlerine kadar girecekti İzmir’den.
Andığım tarih omurgasında diretenler, belki, yıkımın ne olduğunu kavrayacaklardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal önderliğinde 1920 yılında TBMM iradesiyle yükselen kurtuluş hareketleri saldırganlığın insafsızlığını, savunmanın kutsallığını sergileyecekti.
Emperyalizmin yüzyıl önce paylaşmaya ve bölmeye yeltendiği vatana çektirilen cefayı, son yıllarda bu güzelim ülkemin içeriden ve dışarıdan karşılaşmak zorunda kaldığı savaş tellallarının ettiklerini kara kara düşünüyoruz şimdi.
Hâl-i hazır sanki yüzyıl öncesini hatırlatıyor; bu kez güzel Anadolu’nun güneydoğu sınırları çevresinde kara bulutlar dolaşıyor; roketler iniyor Suriye’den Türkiye’ye ya da Türkiye’den Suriye’ye; canlı bombalar yürüyor karadan, tuzaklar oluşturuluyor sinsice, insafsızca.

Yol ayrımı
Batı dünyasında geliştirilmiş pek modern silahlar bir yaşam merkezinin tepesine iniyor, sokak aralarında hükmünü icra ediyor.
Bir yanda Osmanlı özlemiyle ve “Büyük Ortadoğu” sevdasıyla imparatorluk günlerini, sultan yetkilerini arayanlar durmakta sanki; diğer yanda kıtaları ve okyanusları aşıp gelenlerin inceltilmiş diplomasileriyle, rant düşkünlükleriyle ve mükemmel atış teknolojileriyle uygarlık ihraç edenler.
Onların demokrasi, insan hakları vb klişeleri içine sıkıştırdıklarına inananların kendi ülkelerinde birbirleriyle vuruşmaları.
Türkiye Cumhuriyeti yol ayrımında. Emperyalist politikalara mı ortak olmak istiyor, savaş üreten siyasetlerini mi sürdürecek, geçmişi yanlış tarihlendirmede mi inat edecek; yoksa 1923 devriminin getirdiği barışseverliği mi yeğleyecek? Yaşamsal bir soru!  

Salih Özbaran Emekli Tarih Profesörü



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları