Olaylar Ve Görüşler

Obezleştirilen hastaneler

25 Kasım 2015 Çarşamba

Öncelikle yazının başlığında yer alan “obez” kavramını üniversite hastanelerine ilk kez yakıştıranın, Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanı olduğunu not düşelim ve kendisinin hakkını verelim.

Obez, vücut kitle indeksinin normal değerlerden yüksek olduğu durumlarda canlılar için kullanılan tıbbi bir terimdir. Kurumsal obezite ise üretim gücünü gelire dönüştüremeyen, personel ödemeleri ile gelir arasındaki dengeyi sağlayamayan kurumlar için söz konusu olsa gerek. İstanbul Üniversitesi bünyesindeki iki hastanenin toplam borcunun 650 milyon TL’yi aştığı, bizzat Sağlık Bakanı tarafından açıklandı. Gerçekten de son 4 yılda üniversite hastanelerinin toplam borcunun 1.4 milyar liradan 2.7 milyara çıkmış olması sağlık sistemimiz için endişe verici bir durum.

Sağlık hakkı
AKP iktidarının 13 yıl boyunca yürüttüğü sağlıkta dönüşüm programı sürecinde vatandaşlar için sosyal güvencenin tek çatı altında toplanması ve üniversite hastanelerine erişimin kolaylaştırılması elbette ki bir kazanımdır. Zira sağlık birey için vazgeçilmez bir haktır. Sosyal devlet bu hakkı güvence altına almak ile yükümlüdür. Ancak sağlık hakkı, neoliberal ekonomiyi özümseyen AKP iktidarı için farklı anlam taşımaktadır.

Hasta mı, müşteri mi?
Üniversite hastaneleri ülkemizde en önemli konuma sahip sağlık kurumlarından birisidir. Türkiye Müşteri Memnuniyeti Endeksi’ne göre vatandaşın sağlık sektöründe en güvendiği kurum üniversite hastaneleri olup, özel hastaneler ikinci sırada gelmektir. Bu saptamada iki noktayı gözden kaçırmamak gerekir: Birincisi “hasta” ile “müşteri” kavramlarının özdeştirilmesi, ikincisi ise vatandaşın üniversite hastanelerini, özel hastanelerin devlet tarafından kayırılmasına rağmen hâlâ tercih etmesi. Bu açıdan AKP iktidarı üniversite hastanelerini, sağlık sisteminin özelleştirilmesi hedefinin önünde önemli bir engel olarak görmekte ve bu hastaneleri ekonomik olarak dar boğaza sürüklemek, dizginleri de elinde tutmak için kamu hastaneleri ile ortak kullanım protokolüne bağlamaya çaba sarf etmektedir. Devlet tarafından yapılan sağlık harcamaları göz önüne alınırsa, son 10 yılda üniversite hastanelerinin payı 3 kat artarken, özel hastanelerin payı 8 kat artmış durumdadır.
Yaklaşık 40 ilimizde faaliyet gösteren 60 üniversite hastanesinin tümü Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile anlaşmalı olarak hizmet vermektedir.
SGK üniversite hastanelerine karşı ön yargılı davranmakta, geri ödemelerde anlamsız kesintiler yapmaktadır.
Son 7 yıldır bu ödemelerde baz alınan Sağlık Uygulama Tebligatı (SUT) ücretlerinde hastaneler lehine herhangi bir artış yapılmaması sonucunda, üniversite hastaneleri gerek enflasyona gerek ise tıbbi cihaz ve ilacın dışa bağımlı olması nedeniyle kur artışına bile bile ezdirilmektedir. Sonuçta gelirlerde reel olarak yüzde 34 azalma, tıbbi malzeme giderlerinde ise yüzde 56 artış ekonomik batağın rakamsal açıklamasıdır.
Ayrıca hastanelerin elde ettiği gelirlerden araştırma amaçlı fon için üniversite bütçelerine aktarılacak payın arttırılması ve SUT’ta yer almadığı için fatura edilemeyen üniversite hastanelerine özgü tıbbi işlemlerden dolayı yüzde 25’lik kayıp adeta kapitülasyon koşulları olarak işlemektedir.
Üniversite hastanelerinin temel işlevi sadece ayaktan ve yatan hastaya tanı ve tedavi hizmeti sağlamak değildir. Bunun beraberinde eğitim ve araştırmadaki işlevsel önemi unutulmamalı. Ancak bu işlevin yürütülmesinin önünde başta performansa bağlı ek ödeme olmak üzere engeller bulunmaktadır. Sağlık sisteminde sevk basamakları oluşturulamadığından birinci ve ikinci basamakta halledilecek hastaların yükü üniversite hastanelerinin sırtına binmektedir. Özetle üniversite hastaneleri, Sağlık Bakanı’nın söyleminde yer aldığı gibi “hareket etmekte zorlanan obez kurumlar” haline gelmemiş, AKP iktidarı tarafından bilerek getirilmiştir. Amaç üniversite hastanelerini kamu özel ortaklığı kıskacına sokmaktır.

Prof. Dr. ERDENER ÖZER
Prof. Dr. ADEM AYDIN
Sosyal Ekonomik Siyasal
Araştırmalar Platformu

 

Edebiyat dersleri ve değişim

Sevgili Necatigil’in ‘Evler’ şiirindeki ‘‘evlerde nice nice cinayetler işlendi/ruhu bile duymadı insanların” dizelerini şöyle değiştireyim: ‘Sınıflarda nice nice cinayetler işlendi...’ Acaba biz edebiyat öğretmenleri bu eylemlerin neresindeyiz? Çoğumuz edebiyat derslerinde iyi olduğumuzu düşünüyoruz. Genellikle yaptığımız gibi başkalarıyla kendimizi kıyaslıyor ve haklı olduğumuz sonucuna varıyoruz. Aslında fırıncılar da ekmeği diğerlerinden daha iyi yaptığına inanıyor.
“Pek çokları çıktıkları yol konusunda inatçıdır, pek azları erek konusunda...” Nietzsche böyle söylüyor. Oysa bu dersteki amaçları hepimiz kolaylıkla sıralayabiliriz: İnsanın anlama, sevme, düşünme, hayal kurma, eşduyum, merak etme vb. niteliklerini harekete geçirmelerini ve bunları da sözle ve yazıyla anlatabilmelerini sağlamak. Çamur attığımızda izi her zaman kalmayabilir ama kitap okuttuğumuzda izi kalır. Sabahattin Ali’nin öyküsü Hasanboğuldu’yu ilk okuduğumuzda metnin hikâyesini kolaylıkla anlayabiliriz.
Belki öyküyü okuduğumuz anda belki de yıllar sonra Alevi bir kadınla Sünni bir gencin aşkının, önyargıların ve ötekileştirmenin sonucunda büyük bir acıyla bittiğini kavrayabiliriz. Bu bize, yerleşik olan yanlış düşüncelere karşı bir duruşumuzun olması gerektiğini öğretebilir.

Sözcükleri sevmek
İyi kitaplarla, iyi metinlerle okur ister istemez eşduyum yeteneğini kazanır. Hem ovalı Hasan oluruz hem Yörük Emine. Kuşkusuz kitap okumaktaki amaç eşduyum niteliğini edinmek değildir, bir şeyler öğrenmek de değildir. “Hava kurşun gibi ağır”dır ve biz bundan bir şey öğrenmeyiz belki ama bu dört sözcüğü severiz. Küreklerin aheste çekilerek sudaki ay ışığının (mehtabın) uyandırılmayacağına kendimizi inandırırız.

Edebiyat için...
Neler yapmadık ki. Kimse ölmedi belki ama hepimiz nutuk attık. Örneğin yüz yıldır çocuklara “kitap okuyun” dedik. Daha başka ne olsun değil mi? Ama hayır, isterse öğretmenler daha pek çok şey olabilir. Derslerde öğrencilerin de beğeneceği öyküleri, şiirleri, metinleri okuyarak onların kitapları sevmelerini, sınıflarda nitelikli zengin kitaplıklar oluşturarak da çok sayıda kitaba uygun koşullarda ulaşabilmesini sağlamak gerekir.
Yine öğrencilerin okullarda yazarlarla, şairlerle buluşmasını gerçekleştirmeyi her öğretmen amaç edinmeli. Ayrıca edebiyatın kalbinin edebiyat dergilerinde attığı söylendiğine göre öğrencilerin nitelikli edebiyat dergilerini okumaları kendileri için çok yararlı olacaktır. Öykü, şiir, deneme, anı, günlük, mektup vs. yazmaları için de sınıfta çalışmalar yapmak, yazmaktan tat almalarına aracılık etmek. Öğrencilerin okudukları kitap; izledikleri film, tiyatro... Tanık oldukları toplumu derinden sarsan iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çevre yıkımları vs. üzerine tartışmalar, münazaralar, söyleşiler gerçekleştirmek de özellikle edebiyat öğretmenlerinin üzerinde durması gereken konulardan olmalı. Bir edebiyat öğretmeni isterse tüm olumsuz koşullara karşın çevresindeki çoğu şeyi değiştirebilir, güzelleştirebilir. Üstelik elinde edebiyat gibi sanatın büyük bir gücü varken...

ALİ TURGAY KARAYEL
Türk Dili ve Ed. Öğretmeni



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları