Olaylar Ve Görüşler

‘Mucizevi’ başkanlık sistemi

25 Ağustos 2015 Salı

AKP’nin planı şu: Koalisyon kurmayarak, toplumu kutuplaştırıp yönetim krizi yaratmak. Böylelikle, yenilenecek seçimlerde tek başına iktidar olmak ve başkanlık sistemini hayata geçirmek.

 

7 Haziran genel seçimlerinde de olduğu gibi, AKP ve Cumhurbaşkanı, yenilenecek seçimde de şunu sürekli tekrarlayacaklar: “Koalisyon ve parlamenter sistem kötü. Başkanlık sistemi ve AKP’nin tek başına iktidar olması her derde deva”...
Bireylerin mucizelerle toplumsal hayatı iyileştirebileceklerine inanmıyorsak, dayatılan “mucizevi” başkanlık sistemi ile ilgili tahlil yapmaya da gerek yok.
Gelelim AKP’nin koalisyonla ilgili iddialarına: “Geçmişte yaşanan tüm toplumsal sorunlar koalisyonlardan kaynaklandı. Tek parti hükümetleri sorunları çözdü”.

Gerçekten öyle mi?
Bakın, Cumhuriyet tarihinin en önemli iki toplumsal ve ekonomik buhranının yaşandığı 1960’lı ve 1970’li yılların başlarında, tek parti iktidarı vardı.
Lakin söz konusu tek parti iktidarları ne ekonomik ne de siyasi sorunlara çözüm üretebildiler. Ve ordunun siyasete müdahale etmesini önleyemediler.
Günümüzde ekonomik krize dönüşme belirtileri gösteren ve birkaç yıldır süren ekonomik durgunluk ve Cumhuriyet tarihinin en kitlesel eylemleri olan Gezi olayları, ülkemizi tek başına yöneten AKP iktidarında yaşandı.
Yani, her zaman tek parti iktidarı her derde deva olmadığı gibi, koalisyon hükümeti de bütün sorunların kaynağı değil. Bakın, Avrupa ve dünyanın pek çok gelişmiş ülkesi, bugün koalisyonlar tarafından yönetilmekte.
Aslında toplumun farklı kesimlerini kucaklamaları sebebiyle koalisyonlar, tek parti iktidarına nazaran daha güçlü iktidarlar oluyorlar. Bu sayede sorunları daha kolay çözebiliyorlar.
Hatta sürekli koalisyon anlamına da gelebilecek en geniş tabanlı iktidar yolunu açan ve ülkemiz koşularına uyarlanmış uzlaşmacı demokrasi modeli, bizim birçok derdimize derman olabilir.

Şöyle ki...
Uzlaşmacı demokrasi modelinde, hükümette her parti, meclisteki sandalye sayısı oranında temsil edilir.
Böyle bir durumda, ülkemizde siyasal sistemde yeterince güçlü olmayan, o yüzden tek başına iktidara gelemeyen, hatta iktidar ortağı olması dahi uzak ihtimal olan sınıfların, toplumsal kesimlerin sözcüsü olan partilerin, hükümette yer almasının önü açılır.
Emekçiler, devrimciler, Kürtler, Aleviler taleplerini sadece TBMM çatısı altında birkaç duyarlı milletvekiliyle seslendirmenin ötesine geçip, Bakanlar Kurulu çatısı altında çözüm arayabilecek düzeye taşıyabilirler.

Uzlaşmacı demokrasi
Uzlaşmacı demokrasi modeli, aynen bizim gibi, toplumsal yapıları çok homojen olmayan, üstelik yönetim biçimleri çok farklı olan İsviçre ve Belçika gibi bir dizi ülkede başarıyla uygulanmaktadır.
Bu modelde toplumun uzlaşma kültürü güçlenir, daha az çatışma yaşanan bir iklim oluşur. Ne terör ne de bölünme ülke siyasetine egemen olabilir.
Böylece ülkemizin diğer önemli sorunlarını çözmek de kolaylaşır.

Mesela;
* Eğitim sistemi bilimsel akla dayalı olarak yeniden örgütlenir.
* Ülkemizin ekonomide geri kalmışlığının en önemli nedeni olan ve AKP’nin uyguladığı yanlış politikalar nedeniyle hemen hemen hiç gelişme göstermeyen imalat sanayi geliştirilir.
* Tarıma, çiftçiye destek sağlanır.
* Emekçilerin, dar gelirlilerin, emeklilerin yaşam koşulları düzeltilebilir.
Gelin görün ki AKP’nin amacı başka. AKP “Türk tipi” ve “mucizevi” başkanlık sistemini bize dayatarak, aslında başlattığı rejimi otoriterleştirme sürecini tamamlayarak, tek adama göre şekillendirmek istiyor.

Av. Haydar Aksoy İstanbul Barosu

-

Gerçekten barış istiyor muyuz?

 

Bir insanın, henüz yaşamadıklarını elinden almak katliamdır. Savaş, henüz yaşanmamış, birikmemiş ve anlatılmamış öyküleri katleder. Birikeni ise bir tabuta koyup gömer toprağa.

Artık nereye baksak tabut görüyoruz. İçinde bizim çocuklarımız. Adları, yaşamları ve öyküleri, ne kadarsa yani, savaş dediğiniz şey tabutların içine sığdırıyor hepsini.
Bir tabutluk öyküleri ile yok ediliyorlar. Çocuk ve genç yaşta, ne kadar öykü biriktirebilir ki insan?
Eğer yaşasalardı, öykülerini, hikâyelerini biriktiriyor, paylaşıyor ve yeniden biriktirmeye devam ediyor olacaklardı. Biliyoruz ki yaşanmış, birikmiş hikâyelerinden kurulur gerçekte hayat.

Birikmiş öyküler
Birbirimizin birikmiş öyküleri, yaşamı çoğaltan tek şeydir. Bu yüzden dokunabiliyor, anlatabiliyor, hissedebiliyor, anlamlar katıp çoğaltabiliyoruz birbirimizi.
Böyle seviyor insan bir başkasını ve bir başkası artık başkası olmuyor. Dostluklara, arkadaşlıklara, aşklara dönüşüyor. Bir çocuğa ne kadar seviyorsun diye sorulduğunda, hani açıyor ya kollarını, “işte bu kadar” diyor ya, öyle işte.

Barışı istemek
Çocuk için sevginin büyüğü, kendi kolları arasındaki mesafe kadardır çünkü. Barışı ne kadar istiyorsunuz derseniz, bir çocuğun kollarını açarak tarif ettiği büyüklük kadar derim size. Bundan daha büyük, daha saf, daha anlamlı bir büyüklük yok ve olmayacak...
Bugün, kendimize sormamız gereken tek soru bu bence. Ne kadar çok istiyorsun barışı, ne kadar çok istiyoruz barışı?
Bırakın akademik laf döşemeleri, analizleri. Değersiz olduğundan değil, hayatın içinden akmadığı için soğuk oluşundan. İçinde duygu taşımayan her cümle eksiktir, her söz kaçıştır; hayatı elinden alınmış bir çocuk duyamaz hiç birini.
Savaş isteyenlerin karşısına dikilmeyen her cümle, katledilen bir gencin, bir çocuğun da vebalini üzerinde taşır. Tabutlar çoğaldıkça, söz biter, yaşam küçülür, ifade anlamsızlaşır, soğuk bir nefret kuşatır dört bir yanımızı.
“En yakınımızdakine sarılmalıyız” diyen sese, seslere kulak kabartmalıyız. En yakınımızdakiler, kaybetmenin ne demek olduğunu hissettirir muhakkak. Bir an için elinizden alındığını ve artık hayatınızda olmadığını düşünün. Düşünün ki, bir yerlerde, birilerinin en yakını elinden alınıp, yitiriliyor...
Acıtmıyor mu bu? Hissetmiyor musunuz? Yaşama dair hiçbir öykü biriktirmemişsiniz demektir.

Kötülük
Kötülük, yaşamın içinden hiçbir öykü biriktiremeyenlerin işidir. Biriktiremeyenler, başkalarının hayatını umursamazlar. Kötülük sadece kendisine benzeyeni sever, kendisini besleyeni. Köşelerinden kan tellallığı yapanların çokluğu bu yüzdendir.
Savaş yalan üretir, acı, kan ve öfke. En beteri, buna inanmış olanların çoğalmasıdır. Çünkü yalan, kendisine inananları çoğaltabildikçe yaşar. Sizi o yalanların parçası haline getirdikçe, savaş sürdürülebilir bir araç olur.
Bir yerlerde (ki o yerler bizlerin çok uzağında değil) ölüyor insanlar, öldürülüyor. Bir arada yaşam hayalimize düşüyor her bomba, her kurşun. En tepedeki dibine kadar battığı suçlarını, bizim çocuklarımızın kanlarıyla temizliyor.
Hep böyle oldu, böyle işledi sistem. O zamanlar barış diyecek takatimizi bırakmamışlardı. Her gün omuzlarda taşınan tabutların arkasından sürüklüyorlardı bizleri. İntikam yeminleri arasında linç ediliyordu sesimiz. Sesin linci en korkunç olanıdır. Ses, insanlıktan ve yaşamdan yana susturulup linç edildiğinde, ölmek ve öldürmek sıradanlaşır, kan bulaşıcı hale gelir ve doymak bilmez toprak.

Hayat kurtarmak
Öyleyse sormalıyız kendimize. Ne kadar istiyorum barışı, ne kadar istiyoruz?
Ne kadar istiyorsak, o kadar bağırabiliriz, ne kadar istiyorsak, o kadar kurtarabiliriz hayatı. Barış sadece huzur içinde yaşmak değildir, barış hayat kurtarmaktır. Hayatın tanrısı olmaktır bir yanıyla.
Barış diyenleri çoğaltabilmek için dokunmak zorundayız birbirimize. Konforlu çağrıcılıktan, imzacılıktan çıkıp, elle tutulur, görünür olmak zorundayız.
Henüz yaşanmamış, öyküleri, hikâyeleri kurtarabiliriz. O zaman soralım kendimize, ne kadar çok istiyoruz barışı?  

Akın Olgun Gazeteci



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları