Olaylar Ve Görüşler

Kadın ve çocuk hayatı risk altında

22 Ocak 2020 Çarşamba

Av. Hülya Gülbahar

18 Ocak günü gazetelerde yayımlanan bir haberle daha sarsıldık ki, cezaevinden yeni çıkan Tahsin Yüksekova, Kadıköy’de çiçekçilik yapan eşi Seyhan ve annesi Zülfiye’yi silahla ağır yaralamış ve hastaneye kaldırılan iki kadın da kurtarılamamıştı. Olaydan sonra kaçan T.Y.’nin cinayet, kasten yaralama, tehdit ve hakaret, ruhsatsız silah taşıma suçlarından sabıkalı olduğu ve cezaevinden yeni çıktığı açıklandı.

Gözaltından, cezaevinden serbest bırakılan ya da kaçan erkeklerin şiddeti sonucu hayatını kaybeden, yaralanan, engelli kalan kadınların çok sayıda olduğunu biliyoruz. Ama maalesef iktidarın veri toplamama, eldeki verileri karartma ya da amaca göre çarpıtma politikası sayesinde yaklaşık bir veriye ulamak bile mümkün değil. 

Çocukların cinsel istismarını düzenleyen TCK 103. maddesi kapsamındaki çocuk tecavüzcüleri dahil geniş kapsamlı bir affın sürekli gündemde tutulduğu bir süreçte, salıverilecek erkeklerin ailelerindeki kadınlara ve çocuklara zarar vermesini önlemek için tek bir tedbirden bile söz edildiğini duyamıyoruz.

Af, kadınların potansiyel katillerini karşılarında buluvermeleri demektir.

Çıkarılması tartışılmakta olan yeni afta da bir kadın, kendisini defalarca öldürmeye teşebbüs etmiş ya da en azından tehdit etmiş bir adamı hiç haberi yokken birdenbire karşısında bulabilecek. Ordu’da hiç tanımadığı cezaevi firarisi Özgür Arduç tarafından öldürülen Ceren Özdemir cinayetinin ardından, sadece 2019 yılında yedi kişinin, izinli çıktıkları açık cezaevine dönmeyerek cinayet işlediği ortaya çıkmıştı. 

Ürküten istatistik 

Örneğin, eylülde Denizli’de M.K., bir kadını av tüfeğiyle öldürdü. Kasım’da Hatay’da cezaevinden kaçan Ahmet Kaya, boşanma aşamasında olduğu Sibel Kaya’yı bıçaklayarak öldürdü. Afyon Açık Cezaevi’nden kaçan Ali Mıngır, önce eşi Birsen Mıngır’ın yaşadığı Konya’daki eve molotof kokteyli atarak yangın çıkardı, ardından yangından kaçan eşini pompalı tüfekle öldürdü. Gazeteci araştırması ile bulunan bu sonuç, yedi cinayetten dördünün kadınlara karşı işlendiğini gösteriyor. 

Belki de tümüdür, bilmiyoruz. Kaldı ki bu yedi rakamı, açık cezaevlerinden kaçanlar içinden gazetelerden bulunabilen örneklere dair, gerçek sayıyı yansıtmadığı gibi, denetimli serbestlikten ya da gözaltından bırakılanları da içermiyor.

Yeni değil

Şiddete karşı korunmak için ya da boşanıp şiddetten kurtulmak için yasal haklarını kullanan kadınların daha da ağır şiddetlere maruz kaldıklarını artık sadece kadınlar ve kadın örgütleri değil, kamuoyu da biliyor. Kadın cinayetlerinin yarıdan çoğunun koruma kararı aldıran, boşanma davası açan kadınlara karşı işlendiği apaçık ortada. 2013 yılında da 6411 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu İle Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile infaz ertelemesi gündeme gelmişti. Mor Çatı ve kadın örgütleri, kadına şiddet uygulayan erkeklerin de tahliye edileceğine dikkat çekerek seslerini duyurmaya çalışmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü yasanın ilgili maddelerini veto etmeye çağıran kadın örgütleri, kadınlara karşı işlenen suçlar için özel bir infaz sistemi uygulanmasını (kadına karşı şiddet suçu işleyen erkeklerin cezalarının ya da hükmün açıklanmasının ertelenmemesi, paraya çevrilmemesi gibi önlemlerin yanı sıra izin kullandırma ya da herhangi bir nedenle erken tahliye durumlarında kadınlara önceden haber verilmesi gibi özel önlemler alınmasını) talep etmişti.

Gül kulak tıkamıştı

Ama Abdullah Gül bu çağrıya kulak tıkamış ve önüne gelen yasayı (bu taleplerimiz konusunda tek kelime etmeden, iktidarı önlem alması konusunda uyarmadan) onaylayıp geçip gitmişti.

Günlerce, her sabah gazetelere, salıverilen bu erkeklerin öldürdükleri kadınlarla ilgili bir haberle karşılaşmamak için yüreğim ağzımda baktığımı hatırlıyorum. Ben o dönem bir tek haber bile göremedim. Ve fakat kadın ağlarımıza, Akdeniz bölgesinde bir ilde dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın katıldığı bir toplantıda, bakanlık yetkilisinin “6411 sayılı yasayla salıverilen bir adam, bu kentte bir kadını öldürdü, iyi ki Mor Çatı bunu duymadı” sözleri düştü. Biz de böylece neden medyada bu konuda bir haber göremediğimi anlamış olduk. Ne ilginçtir ki o dönemde de, 3. yargı paketi, 4. yargı paketi gibi paket paket torba kanun ile yargı sistemi altüst edilmekte idi. Bir avukat olarak ben bu yargı paketlerini ciddiye alıp takip etmekten çoktan vazgeçtim. Bunu yazmaktan da asla utanmıyorum. Eski Türkiye’nin ve yargısının AKP eliyle tasfiyesi operasyonlarının bir parçası olan o bir dizi yargı paketi kaçıncı paket sayısında bitti gerçekten bilmiyorum, açıkçası şu anda bakmaya bile üşeniyorum. 2017’deki  anayasa referandumundan (bağlı durumda girdiği kilitli bir sandıktan kurtulma numarasıyla ünlü ABD’li illüzyonist Harry Houdini’ye dudak uçaklatırcasına) Türk tipi başkanlık sistemi çıkmıştı. Şimdi yeni bir Türkiye ve onun yargı sistemi inşa ediliyor ve yine doğal olarak paket paket, torba torba yasa değişiklikleri yapılıyor. 1. yargı paketi çıktı, 2. yargı paketi geliyor.

Nasıl takip edecek?

Potansiyel katili olabilecek erkeğin, devletçe alıkonulduktan sonraki serüvenini takip sorumluluğunu bu kadınların üzerine nasıl bırakabiliriz?

Kaldı ki kadına şiddet uygulayan erkeklerin, bu şiddeti devlete/yasal mercilere bildiren kadınlara geri döndüklerinde daha da ağır şiddetler uygulaması dünyanın bir gerçeği. Dolayısıyla bu sorun, Türkiye’nin şu an içinden geçirilmekte olduğu özel süreç ile ilgili değil. Türkiye’de ve tüm dünyada genel bir patriarka/cinsiyetçilik sorunu.

56. madde neden uygulanmıyor?

Türkiye kadın hareketi olarak bizim de on yıllardır uğraştığımız bu konu tam da genel bir patriarka/cinsiyetçilik sorunu olduğu için Avrupa Konseyi’nin kadına karşı şiddetle ilgili İstanbul Sözleşmesi’nin Koruma Tedbirleri başlıklı 56. maddesi 1/b’de açıkça düzenlendi. Burada belirtildiği gibi devletin “mağdurun en azından kendisinin veya ailesinin tehlikede olabileceği durumlarda, failin kaçması veya geçici veya kesin olarak serbest bırakılması halinde mağdurun bilgilendirilmesini sağlaması” gerekiyor. Buna göre devletler, sözleşme kapsamındaki tüm şiddet biçimlerinin mağdurlarını (ve bunun yanında ailelerini ve tanıklarını), karakollardan başlayarak tüm aşamalarda tehditten, öç almadan ve tekrar mağdurlaşmadan korumak için tedbir almalıdır. 

İstanbul Sözleşmesi’nin açıklayıcı kitapçığının 285. paragrafında belirtildiği gibi, “fail geçici veya kesin olarak serbest bırakıldığında ve kaçtığında, en azından mağdurlarını ve ailenin tehlike altında olabileceği durumlarda mağdurları bilgilendirme yükümlülüğü” önemlidir. Örneğin öç alma veya tehdit riskinin olduğu durumlarda veya fail ve mağdurun birbirine yakın yaşaması nedeniyle kazara birbirleriyle karşılaşmaları durumunda mağdurlar bilgilendirilmelidir.

Sözleşmenin açıklayıcı kitapçığının 286. paragrafı, kadınların mağdur olarak yer aldıkları soruşturma ve takibatlardaki gelişmelerden kendilerinin (ve ailelerinin ve çocuk mağdur olması durumunda yasal temsilcilerinin) bilgilendirilme hakkını açıklamaktadır.

Peki bu konuda Türkiye’de neden hiçbir şey yapılmamaktadır?

İstanbul Sözleşmesi’nin 56. maddesindeki bildirimi yapmak için herhangi bir yasa çıkarmak gerekmiyor. Sözleşme anayasanın 90. maddesi gereğince zaten yürürlükte. Yani devletin cebinden bir kuruş para da çıkmayacak. Bu iletişim çağında kadına tek bir telefon açılması bile yeterli. Türkiye Cumhuriyeti Devleti “Kanal İstanbul” gibi sayısız milyar dolarlık maceralara para bulup da buna mı bulamayacak?

Yeter ki niyet, kadına karşı şiddeti durdurmak, kadın cinayetlerini önlemek olsun.




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları