Olaylar Ve Görüşler

Çözüm aranıyor mu?

09 Aralık 2015 Çarşamba

Türkiye, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni (İstanbul Sözleşmesi) imzaladığı sıralar, eğitim ve öğretim müfredatına koyacağı kadına yönelen şiddet ve ayrımcılığın önlenmesi konusunu önceden mevcut olduğu müfredattan çıkarmıştır.

19 Kasım 2015 tarihinde Samsun’da bir özel hastanede çalışan Dr. Aynur Dağdemir’in, aynı hastanede görev yapan başka bir kadını korumak isterken bu kadın çalışanının eski eşi tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünü öğrendik. Bu Samsun’da yaşanan ikinci hekim cinayeti. Kaçıncı kadın cinayeti bunu bilmiyoruz. En azından biz sayamadık. Zaten kadına yönelen şiddet de sayılabilir olmaktan çok fazla. Acıyı hafifletir ise (kanımca hafifletmesin ki unutmayalım, kanıksamayalım) tüm hekimlere ve ailesine başsağlığı, kendisine rahmet dileyelim. Kadına yönelen şiddet ve ayrımcılık elbet sadece Türkiye’nin sorunu değil, ataerkil düşünce biçiminin egemen olduğu bütün coğrafyanın ve toplumun yaşadığı bir mesele. Bizi en yakından ve hemen öncelikle Türkiye’de yaşananlar ilgilendiriyor. Tartışmak istediğimiz konu Türkiye bu meselenin neresinde duruyor ya da probleme ne kadar duyarlı.

Türkiye nerede duruyor?
Uluslararası sözleşmeler bakımından değerlendirdiğimizde Türkiye Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesinin (CEDAW) tarafı, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni (İstanbul Sözleşmesi) ilk imzalayan ve onaylayan ülkedir.
Sözleşmeler içerik olarak birbirine benzemektedir. Zaten asıl metin CEDAW’dır. Fakat dikkat çekmek istediğimiz konu İstanbul Sözleşmesi’ne dairdir. Sebebi o zamanın TBMM Başkanı, Başbakan ve sair zevatın sözleşmenin imzalanması ve onaylanmasını abartılı biçimde duyurup büyük laflar etmesine karşılık yükümlülüklere uyma konusunda aynı özeni göstermemeleridir. Şöyle ki, İstanbul Sözleşmesi’yle Türkiye kadına yönelik şiddetin temelinde yer alan özel dinamikleri saptayıp ortadan kaldırması için belli sorumlulukları yüklenmiştir. Örneğin kadınların aşağı bir cins olduğuna ve kadınlarla erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan önyargı, örf ve âdet, gelenek ve her türlü farklı uygulamayı ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almayı, bu cümleden olarak kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişmesini sağlamak için politikalar üretmeyi, özellikle de kültür, örf ve âdet, gelenek, din veya sözde “namus” gibi kavramların, şiddet uygulamak için bir mazeret olarak kullanılmasını engellemeyi, bu konuları eğitim müfredatına almayı yüklenmiştir.

Müfredatta yok!
Türkiye anılan sözleşmeyi imzaladığı sıralar eğitim ve öğretim müfredatına koymayı yüklendiği kadına yönelen şiddet ve ayrımcılığın önlenmesi konusunu önceden mevcut olduğu müfredattan çıkarmıştır. Hâlâ da bu konu tıpkı örgütlenme, dilekçe hakkı gibi konular ile birlikte müfredata girebilmiş değildir. Toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin yükümlülükler konusunda politikalar üretme meselesine gelince seçim hükümetindeki Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı noktayı koymuştur. “Börek yapmasını bilmeyen kadının evliliği yürümez.” Tüm zamanların siyasi iktidar sahibi de kadının üç çocuk yapması gerektiği konusunda fetvasını vermiş, şimdiye dek bu görüşten döndüğünü söylememiştir. Çocuk sayısının beş olması gerektiğini söyleyenler de olmuştur. “Yuvayı dişi kuş yapar” düsturu ise halen geçerliliğini korumaktadır.
Şiddete uğrayan kadınların rehabilitasyonu, şiddet uygulayanların tedavisi, ağır şiddet tehdidi altında olanların işyerlerinin değişimi gibi konularda ise bir arpa boyu yol gidilememiştir. Çözüm olarak polisiye tedbirler ile yetinilmiş, her geçen yıl istatistiki bilgiler ile süslenerek pazarlanmıştır. Gerçek anlamda bir çözümün aranmasından vazgeçilmiş, bu konuların tartışılması ellerinde yeteri kadar güç ve olanağı bulunmayan sivil toplum örgütlerine bırakılmıştır. Şiddeti önleme merkezlerinde yeteri kadar meslek mensubu olmadığı için sadece istatistik tutmakla yetinilmektedir. Son zamanlarda Bakanlık bünyesine katılan meslek mensupları sayısında ciddi bir azalma söz konusudur. İş taşeronlara tevdi edilmiş, bir nevi “usta öğretici” ile mücadele yolu seçilmiştir. Yeterli eğitimi almayan, bir titri bulunmayan “usta öğreticilerin” çözüme katkısı ise her türlü tartışmadan varestedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kadın sorununa ilişkin bir çalışmasına son dönemlerde rastanılmış değildir. Bunun aksine artık birçok yatırımcı bakanlıktan daha fazla bütçeye sahip bu bakanlık kadın ve çocuk üstünden toplumu dönüştürme, kadını ikincilleştirerek evine bağlama noktasında ciddi çalışmalar yapmaktadır. Kadın evinde oturacak, eşine yemek, börek yapacak, çocuğunu büyütecek, kalıpları belli inancına göre yaşayacaktır.
Türkiye’de kadına yönelen şiddet ve ayrımcılık yasağı “insan hakları” bağlamında değil, ailenin ama egemenin arzuladığı ailenin korunması olarak algılanıp buna göre politika üretilmektedir. Devletin şiddet ve ayrımcılığın önlenmesi sorununun çözümü için benimsediği dil erildir ve çözüme katkı sağlamaktan uzaktır, samimiyetsizdir.  

MUSTAFA KARADAĞ Yargıçlar Sendikası Başkanı Ankara Aile Mahkemesi Yargıcı



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları