Olaylar Ve Görüşler

Bırak bu işleri devlet su işleri

20 Ağustos 2015 Perşembe

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ya kaldırılıp kaldırılmamasıyla ya da geniş bütçesiyle gündeme geliyor  

Seçime damga vuran olaylardan biri de Görmez’in milyonluk arabası ve Erdoğan’ın “O makam, bu tür bir arabaya fazlasıyla layık” diyerek arabanın arkasında durması olmuştu. Maalesef olay sadece siyasetin magazinleştirilmesinden ibaret kaldı, sadece para konuşuldu, DİB üzerine ciddi bir tartışma yürütülmedi.
Erdoğan’ın sözü sadece DİB’e atfettiği değerden değil, aynı zamanda öncesindeki lafına da dayanıyor: “Rusya’daki, Orta Asya’daki, Kafkasya’daki kardeşlerimiz, Diyanet’in oralardaki hizmetlerine gayet yakından şahit.” Konunun bu bağlamda ele alınması ve yeni sorular sorulması gerektiği kanaatindeyim. Mesela, “Diyanet İşleri Başkanı Papa’nın eşdeğeri midir?”, “DİB’in Erdoğan’ın bahsettiği kadar büyük uluslararası bir gücü var mıdır?”, “Bu kurum Türkiye’ye ne gibi katkılar sağlamaktadır?” gibi.

DİB’in geçmişi

Öncelikle DİB’in geçmişine bakalım. Osmanlı modernleşmesiyle birlikte yeniden yapılanma sürecine giren kurumların başında, Meşihat makamı geliyordu. Niyazi Berkes’e göre II. Mahmud Şeyhülislam’ı hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakarak, “gayrimüslim olmayan bütün Osmanlıların millet örgütlerinin dini başkanı” anlamına gelen alelâde bir din görevlisi haline getirdi.
Batılı anlamda bakanlıklar kuran ve sadrazamlık makamını yürürlükten kaldıran II. Mahmud, eskiden beri iki kazasker aracılığıyla sadrazama bağlı olan bütün kadılıkları da Şeriat Mahkemeleri olarak yeniden yapılandırdı ve hepsini şeyhülislamlık makamına bağladı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nda şeyhülislamlık makamı 19. yüzyıla gelindiğinde “dinsel hukuk genel direktörlüğü” denilebilecek bir niteliğe de büründürülmüş oldu.

Kutsallık yok!
Bu özet, bize şeyhülislamlık ve DİB’in, toplumda var olduğunu gözlemlediğim genel kanının aksine, bir kutsallık içermediğini, aksine Devlet Su İşleri gibi bürokratik bir alan olduğunu anlatıyor.
Bundan başka, muhafazakâr sağ siyasetin topluma zerk ettiği yanılsamalı kanının tersine, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmaya başlamasının kökeninin II. Mahmud’a kadar uzatılabileceğini gösteriyor. Şu halde, DİB kutsallık atfedilen değil, bürokratik bir makam olarak, tarihsel bağlamı içinde ele alınması gereken bir kurum olarak kendini gösteriyor.

Makam etkili mi?
Peki bu makam, Erdoğan’ın düşündüğü kadar etkili mi? Katoliklerin Papa’sı varken, Müslümanların o kadar etkili bir dinsel aktörü var mı? Sık sık halifeliğini ilan edenlerin sayısına bakıldığında, pek yok gibi.
Öte yandan, acaba Papa da zannedildiği kadar güçlü mü, diye sormak da gerekiyor. Krallara taç giydiren papalar tarih kitaplarındalar artık sadece. Papalık toplumu ortaçağdaki kadar derinden etkileyemiyor, hatta toplumdan etkileniyor. Kürtaj hapının hastanelerde kullanılmasına karar verildiği 2009’da Vatikan’ın tepkisi netti: “Bu hapı kullananlar da hapı veren doktorlar da dinden çıkar.”
Ancak geçen mayıs ayında yeni Papa’nın aldığı karar, bu konuda bir yumuşama olduğuna işaret ediyor: Françesko yasak olmasına rağmen kürtaj yaptıran kadınların affedilmesi için papazlara daha fazla yetki vermeyi düşünüyor. Bu, günümüzde Vatikan’ın gücünün ne kadar aşındığını gösteriyor. Papa bile toplumun gerisinden gelirken, kendi kurallarını tebaasına kolay kolay kabul ettiremezken, bizim DİB’in dünyadaki Müslümanlar üzerinde etkili olabileceğini düşünmek biraz komik geliyor.

Geçmiş tecrübeler
Osmanlı sultanları hilafet makamını II. Abdülhamit’e kadar pek ‘hatırlamamışlardı’, öyle ki II. Abdülhamit’in de bunu ‘hatırlaması’, imparatorluğun gücünün iyice tükendiği günlerde tutunacak son bir dal olmasından ileri geliyordu. Osmanlı padişahları Yavuz’dan beri halifeydiler, ancak büyüklükleri hilafetten değil saltanattan ileri geliyordu.
İmparatorluk zayıflayınca yeni bir güç kaynağı olarak hilafete yaslanma çabaları boşa çıktı. “Balkanları kurtaramadık, bari Müslümanlar gitmesin” kabilinden hilafetin yeniden siyasi sahneye kondurulması, beklendiği gibi başarılı bir proje olmadı, islamın farklı biçimlerde yaşandığı coğrafyalarda kabul görmedi, ‘itikatların düzeltilmesi’ fikri saldırgan bulundu. Bu projenin çöktüğünü görmek için, sondan bir önceki halifenin I. Dünya Savaşı’nda dünya Müslümanlarından beklediği desteği alamamasını beklemek gerekiyordu.
Hilafet dahi tüm dünya Müslümanlarını etkileyememişken, aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, DİB’i benzer şekilde kurgulamak başka bir başarısız proje gibi gözükmüyor mu size de?
Uluslararası durum pek de iç açıcı değilken, ülke sınırları içindeki durum daha vahim. Musevi ve Hıristiyan azınlıkları ‘zaten’ kapsamayan, kapsamayı da umursamayan bir kurum olarak DİB, aynı zamanda Türkiye Alevilerinin bangır bangır “Bizi temsil etmiyor” diye dertlerini anlatmaya çalıştıkları bir yapı.

Etkili değil
Bu da şu demek, DİB’in uluslararası alandaki etkisi yukarıda görüldüğü üzere, zaten yok denecek kadar az. Ülke içinde de çok büyük bir kesimi dışlayarak etki alanını daha da dar bir alana hapsediyor. Türkiye’de bile herkese hitap etmeyen biri, uluslararası arenada kimin dikkatini çekebilecektir?
Tüm bunlar ışığında, DİB’in yüceltilmesinin ve dev bütçesinin tartışılması meşru bir zemine dayanıyor. Hele ki DİB’in Sünni İslam’daki aşırılıkları törpüleyemediğini gördüğümüz Suruç saldırısından sonra.
Demek ki Suriye’deki sözüm ona halifenin sözünü dinlettiği delikanlılara, DİB söz geçiremiyor. En korkutucu olan da bu. Dünyada etkisi olmayan, Türkiye’deyse sadece Sünni İslamı önemseyen, ancak IŞİD’e katılımlar göz önüne alındığında Sünni gençleri aşırılıklardan uzak tutmada tam anlamıyla başarılı olamayan DİB’in, ciddi bir tartışmaya açılması gerek.  

Dr. Nime t Elif Uluğ Boğaziçi Üniv. Öğretim Üyesi CHP İstanbul İl Basın Sözcüsü



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları