Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Atı alan Üsküdar’a geçecek mi?
Ülke bir baskın seçim gerçeğiyle karşı karşıya.
Baskın seçime karşı muhalefet partilerinin bir araya gelip, katılımı yüzde 50 ve altına düşürecek yaygın ve etkili bir boykot eylemi örgütlemesinin imkânsız olduğu zaten biliniyordu.
Ama bu muhalefet, cumhurbaşkanı seçiminde ülkenin acilen çözülmesi gereken sorununa karşı bir ortak payda etrafında birlikte hareket edebilirdi.
Ve bu hayati bir öncelikti.
Türkiye’nin devam ettikçe momentum kazanan “aşağıya burgu” hareketini durdurmak... Ekonomiden yargıya her alandaki kötüye gidişin önüne demokratik bir set çekmek... Öncelik bu olmalıydı.
Baskın seçim, muhalefete asgari müşterekler zemininde bir süreliğine ortak hareket ederek ülkeyi felaketinin en derin karanlıklarına sürüklenmekten kurtarma fırsatını sunmuştu.
Muhalefet bu fırsatı kullanamadı.
Ortak paydanın ne olduğu hususunda anlaşamadıkları için değil.
Muhalefet partileri şu hedeflerde zaten mutabıktı:
Ülkenin hızla normalleştirilmesi.
Hukuka ve anayasal düzene geri dönülmesi. Keyfi idareye son verilip temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması.
Yargının içine düşürüldüğü içler acısı durumdan süratle çıkarılarak bağımsız ve tarafsız olabilmesinin önünün açılması.
Bütçe denetiminin yeniden yürürlüğe konması.
Toplumun çeşitli kesimleri arasında kutuplaşma nedeniyle kaybolmuş olan güvenin yeniden tesisi için hızlı adımlar atılması...
Bunlara paralel olarak demokratik parlamenter sisteme dönüş için ortak bir takvim çerçevesinde hareket edilmesi.
Bu temel prensiplerde anlaşmak kolay olabilirdi... Ama bir ülke gerçeği vardı ki muhalefet bunu gözetmeden sonuç alamazdı:
İktidar partisinin tabanından ve Kürt seçmenden gereken oranda oy devşirilmeden Türkiye’nin en acil ve en büyük sorununu çözmek mümkün değildir.
Muhalefet partilerinin kendi doğal adaylarıyla bu oyları almaları imkânsızdı. Belki Saadet Partisi bu hususta istisna oluşturabilirdi ama onun da kendi seçmen tabanı kifayetsizdi.
Bu nedenle başlayan partiler üstü aday arayışlarının sonucunda Abdullah Gül’ün adı gündeme geldi, getirildi. Başka bir adın da öne çıkarılamadığını görüyoruz.
Bu da normal, başka biri yoktu çünkü.
Nihayetinde, Gül formülünde mutabakat sağlanamadı.
Üç nedenden ötürü.
Önem derecesine göre birinci sırada Abdullah Gül’ün tutumu vardır. Gül, özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’nin normalleşmesi amacıyla kapsayıcı bir rol üstlenebileceği yönünde, kendisine şüpheyle bakan kesimlere güven vermek için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Türkiye’nin en acil ve en önemli sorunu AKP’den oy almadan nasıl çözülemeyecekse, Gül’ün de bu sorunu çözmek için CHP tabanının desteği olmadan bir yere varamayacağı gün gibi aşikârdı. Gül’ün siyasetler üstü kalma tercihi, “siyasetsizlik” şeklinde tezahür etti.
Bakınız, Gül’ün geçen cumartesi aday olmadığını açıklarken yaptığı konuşmada dile getirdiği şu ilkeler aslında bahse konu asgari müşterekleri tarif ediyor:
“Kuvvetler ayrılığına dayalı güçlü bir demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin evrensel kriterlerde uygulanması...
Liyakat, şeffaflık ve hesap verebilirlik kural ve ilkelerinin geçerli olduğu bir düzen.”
Bu süreçte Gül, yukarıdaki ilke ve değerlerin altını çizmek için yolun sonunu bekledi.
Zamanında bu ilkelere yaslanarak inşa edilmiş, zaaf içermeyen güçlü bir duruş, kendisini adaylıktan vazgeçirmek için vazifelendirilmiş bir Genelkurmay Başkanı açısından da “caydırıcı” olurdu.
Muhalefetin başarısızlığındaki ikinci neden İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in siyasi bencilliğidir. Akşener, Gül’ü “sıfır riskçi” diye nitelendirip çatı adaylığına layık olmadığını ima etmiştir ama en iyimser ihtimalle ikinci tura kalacak olursa, Erdoğan’ın karşısında kilit önem kazanacak Kürt oylarını nasıl alacağını kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Gül’ün pasif tavrı, Akşener’in bu tutum alışını kolaylaştırmıştır.
Üçüncü neden ise CHP’nin örgüt ve tabanındaki Abdullah Gül alerjisidir. “Alerjen faktör”, Gül’ün siyasal İslamcı geçmişi ve Çankaya’da iken otoriterleşme süreci karşısında edilgen kalmasıdır. Bu nedenle geniş kesimlerin gözünde inandırıcı olamıyor. Kendisinden sosyal demokrat ya da Kemalist olması tabii ki beklenmiyordu ama bu derin güvensizlik engelini muhafazakâr tabana da yabancılaşmadan aşmak için bir yol bulabilirdi.
İktidarın neden olduğu derin toplumsal kutuplaşma ve güvensizlik, siyasetin ürettiği çözümlerin kamplaşmış tabanda karşılık bulmasını zorlaştırmaktadır.
Türkiye’nin dibinin olmadığı bir kez daha görülmüştür. Aşağıya burgu hareketi maalesef devam edecek.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Dubai çikolatasına rakip
- Balbay'dan çarpıcı Saray kulisi!
- Karga videosu sosyal medyada viral olmuştu!
- Öğretmenlik meslek kanunu taslağı...
- Atatürk'ün kullandığı parfümden üretti!
- Minikler Cumhuriyet'in ilanını gazete dağıtarak duyurdu
- Şok İddialar! Oktan Keleş: TUSAŞ Saldırısının Arkasında
- Bu kadarı pes! Çöp evden 10 kamyon çöp çıktı
- Prof. Dr. İlber Ortaylı'dan Antalya'ya turizm eleştirisi
- FETÖ elebaşısı Fethullah Gülen öldü
En Çok Okunan Haberler
- Lütfü Savaş kesin ihraç talebiyle disipline sevk edildi
- Apocularla ülkücüleri kucaklaştıran adam!
- Hayatını kaybetti!
- Mansur Yavaş'tan TBMM'ye flaş çağrı!
- Avukat İrem Çiçek'e tutuklama talebi
- TÜİK ekim ayı enflasyon verilerini açıkladı
- 'Şerefsizlere mağlup olduk'
- Mardin, Batman ve Halfeti'ye kayyum atandı!
- İşte Belediye Başkanı'nı öldüren saldırganın ifadesi!
- AKP'den kayyum için ilk açıklama