Hikmet Çetinkaya

Vahşet sarmalında Türkler ve Kürtler...

22 Kasım 2015 Pazar

Hayatı, siyaseti, barışı hiç sevmedik... Çocukları sevmedik, kadınları dışladık, hor gördük...
Ölü çocukların, gençlerin bedenlerini çiğnedik, toplumu ötekileştirenlere alkış tuttuk hep...
Umutlarımız kör gecelerin içindeydi, işçiler AVM inşaatlarında naylon çadırlarda uyurken...
Onlar uyurken, cayır cayır yandı naylon çadırlar gözlerimizin önünde...
Emekçilerin, üniversiteli gençlerin, işsizlerin, kadınların, erkeklerin hayatını kurtarmak için değil, onları öldürmek için uğraştık tüm gücümüzle.
Kapı komşumuzu düşman belledik, cehaletin kör kuyusunda yaşayanlara kucak açtık, önümüze gelene boyun eğdirmek istedik.
Başka insanların dinine, inancına karıştık, etnik milliyetçiliğin peşinden gitmeyi yeğledik...
O kahpeliği göremedik, faili meçhulleri aydınlatmak istemedik.
Öfkeyle, kinle, nefretle beslendik...
Temel hak ve özgürlükleri elimizin tersiyle ittik, evrensel hukuku görmezden geldik...
Rezidanslar dikerek uygarlaşacağımızı sandık, hayatı kutsayacağımız yerde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye kendimizi avuttuk...
Yoksul ailelerin evlatları vatana feda ediliyordu bu ülkede.
Varsılların çocukları şehit düşmüyordu bedelli askerlik yaptıkları için...
Bize sevgi, kardeşlik ters geliyor, kan ve vahşet sarmalı ivme kazanıyordu.
Bize yollara mayın döşemek yakışıyor, Diyarbakır çarşısında karısıyla alışveriş yapan astsubayı, kızıyla çarşıya çıkan polisi öldürmek düşüyordu...
Biz, bize benziyorduk...
Terör azdıkça olan masum bölge halkına, Kürtlere oluyordu.
Evlerinin duvarları yıkılmış kentler, acılı insanlar...

***

Ağlayanlar görüyorduk, ağıt yakanlar taziye çadırlarında, bir kasabanın dar sokaklarında tek katlı evlerde...
Derin ve sessiz bir akşamın ya da sabahın ilk saatlerinde.
Bembeyaz masalarda evrenin gökkuşağıyla buluştuğu o derin vadilerin eteklerinde, dağlarda, denize bakan yamaçlarda.
Yitik canların gömüldüğü mezarlıklarda...
Kocasinan Mezarlığı’nda ağlayan sen değil miydin hıçkıra hıçkıra!
Mavi bir akşamın içinde miydik ne, Ali İsmail’in dövülerek öldürüldüğü gece Eskişehir’de...
Bir pazar sabahı gökyüzünün gölgesinde polislerin tekmeleyerek yerlerde sürüklediği üniversiteli genç kız...
Kırık acıları toplayan biz!
Çalınan umutlarımız!
Thiago De Mello’nun unuttuğumuz dizeleri...
Hüzün!
Acı!

Gözyaşı!
Dinle şimdi:
“Bu yasaya göre
yasaklanmıştır özgürlük sözcüğünü
kullanmak,
Ve sözlüklerden kaldırılacaktır.
Bu yasanın yürürlüğe girmesiyle
birlikte
diri ve saydam bir şey olacaktır
özgürlük...
Ateş gibi, ırmak gibi,
Bir buğday tanesi gibi
ve insan yüreğine yerleşecektir.”
Bir ağaç büyüyecektir akşamın yüreği üzerine...
Çünkü sen anneydin, babaydın, sevgili, eş, çocuk...
Buğulu aynaların, ölmüş alevlerin içinde yitirdiğin sevdiklerini arıyordun.
Ağlıyordun!
Hava toprak mı, barut mu kokuyor, anlamıyordun...
Çocuklarımızın, askerimizin, polisimizin, etnik kimliğimiz, inancımız ne olursa olsun hepimizin, varoluşumuzun hukukunu aramıyordun...
Sanıyordun ki, kana kan, intikam duygusu seni yeni baştan yaratacak...
Kandırılıyordun!

***

İşçiyi, öğrenciyi tekmele, askerin, polisin haysiyetini çiğne, Kürt, Türk demeden, insanları vur, döv, ez...
Dindarla dinciyi ayırt edemeyen bir kafa...
Komşunla düşmanlık, tehdit, gözdağı...
Çözüm süreci yerine çözümsüzlük!
Haydi bir kez daha söyle “şehitler ölmez” diye. Görüyorsun ölüyor işte.
Şehitler ve etkisiz hale getirilenler...
Kara toprağın altında yatıyor birer birer...
Daha çok kan, daha çok ölüm, daha çok acı...
Canın bunu istiyor değil mi?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları