Hikmet Çetinkaya

Silinmiş düşler...

08 Şubat 2018 Perşembe

İki kadehi de silme kırmızı şarapla doldurmuştuk...
Nedjma’nın gözleri iri iri açılıyordu ağaçlar arasında. Bir ut sesi yaylalara övgüler düzüyor ve onları güneşi emmiş kan gibi kara bahçelere dönüştürüyordu.
Kateb Yacine, Nedjma’yla düşlere dalarken milyonlarca yıldızın kendilerini izlediğinin farkındaydı.
Bir şair, kenti kırıp geçiriyordu...
Endülüs gözden kaybolmuştu...
Yüreğinde fırtınalar dinmemiş yeniden âşık olmuştu...
Kız çok açık konuşmuştu telefonda:
“Seni seviyorum, sana âşığım ama bağlanmaktan korkuyorum...”
O da korkuyordu, ama kıza bir şey söylememişti...
Kateb Yacine’den vazgeçip Eleni Fourtouni’ye döndü, tüm inatçılığını ve buyurganlığını bir kenara iterek...
Pencereden dışarıya bakmaya başladı ve kendi kendine sordu:
“Hangi Tanrı, hangi şeytan yolluyor seni? Ne ki suçum; günahım ne, istediğin ne?”
İğde ağacına gülümsedi, havalanan kuşları selamladı...
İçinden mırıldandı:
“Başka bir yerde de kuşlar vardır...”
Radovan Pavlovski’nin fotoğrafını eline aldı.
Edip Cansever’le konuştu, Attilâ İlhan’la Karşıyaka iskelesinde buluştu...
Çocuklarımızın ağlayışları çınlıyordu havada.
Kekik kokuları getiriyordu göğün çanları...
Ya sevmek, âşık olmak, ona bağlanmak...
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan bıkmıştı...
Dedi ki:
“Ben gidince hüzünler bırakırım
Bu belki senin yaşadığındır
Bir ev sıkılır kadınlardaki
Bir adam sıkılır kadınlardaki
Seni sevmek bu kadar mı
O benim yaşadığımdır.”
Anılarda kalan zamansız bir plak aniden dönmeye başladı...
Şafak parmaklarımızda söktü. Beyaz bir çiçek avuçlarımızda büyüdü.
O gece bütün zenginlikleri yaktım, yüreğimin ateşiyle kül ettim; yere uzattım kollarımı, seni bekledim...
İnan ki o gece Endülüs yok olmuştu; bir şair kenti kırıp geçirmişti...
Aşkımız ise bitmemişti...
Ben silinmiş düşlerin sevgilisiydim, ben kızgın gülleri öperek büyumüştüm...

***

Endülüs gözden kaybolmuş, Cezayir girmişti aramıza...
Bir şair kenti kırıp geçirmekteydi...
Ve camiler tek tek yıkılıyordu güneşin mızraklarıyla.
Constantin ateşten çıkıyordu sanki en amansız yangınlarla. Nedjma uyuyordu,
Nedjma beni seviyordu...
Diz çökmüş gözkapaklarım üstündeydi; tüm sevda kelimeleri onun gözlerindeydi...
Paul Eluard gibiydim, çatırdayan alevlerin sesinde; bir gemideydim batan kapalı sularda, bir ölüydüm tıpkı tekliğinden başka şeyi olmayan...
Nedjma’yı çılgınca seviyordum...
Nedjma’ya, F. Garcia Lorca’dan gazeller okuyordum:
“Senin karnın köklerin savaşıdır,
Sisli bir şafaktır dudakların
Sırlarını bekleyen ölüler inler
llık gülleri altında yatağın.”

***

İki kadehi de silme kırmızı şarapla doldurmuştuk...
Nedjma’nın sımsıcak yüreğıindeki çırpınışları duyuyordum. Nil’in öte yakasındaki ağıtçı kadınların sesleriyle irkiliyordum.
Nedjma benim, ben Nedjma’nındım...
Dedim ki:
“Aç Nedjma o dillere destan gözlerini, zaman geçiyor öyle insafsız olma!”
Yanıt vermiyordu...
Düşlerimi doğradım, kahroldum çöl ortasında...
Üstüme baygın gölgeler örtüldü. Aleksandr Puşkin’le işte o anda tanıştım. Artık İskenderiye Sarayı’ndaydım.
Şarkıcılar destan okuyorlardı, flavta ve rubabın akışıyla... Melike sesi ve bakışıyla...
Fıskiyeler coşuyor, meşaleler tutuşuyordu. Altın bir yay gibi doğuyordu ay...
Kızgın kavga günlerine koşmaya hazırlanıyordum...
Bir resim görüyordum eski zaman esvapları gibi...
Belki bir başka hayatı hatırlıyordum. Belki bir bilmece çözüyordum. Belki bir düş görüyordum.
Rossini, Mozart, Weber...
Çok eski bir hava, ağır, hazin ve muhteşem Gerard De Nerval’a yakışan...
Yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun!
Endülüs yanıyor, Endülüs yok oluyordu...
Nedjma uyuyor, Nedjma beni duymuyordu...
Oysa benim yüreğim alev alev yanıyordu...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları