Hikmet Çetinkaya

Sevmek mi, acı çekmek mi?...

05 Ocak 2016 Salı

İnce kıyım düşünceler belki de bir şiir, bir öykü yazmak için... Belki geleceğe ilişkin bir düş, özlem gibi gelir insana.
Uzun bir yolculuk belki, hayatın dingin sularında akışı...
Ne dersiniz?
Rüzgârlara açık evler, sözcüklerin içine sığınmış çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar... Sevmek yasak, aşk yasak. Yüreklerde sevda türküleri...
Yaşamak kıyamete yolculuk.
Sahi yasalar mı gerekir bize; coşkulu insanları korumak için gecikmiş saatında günün!
Sevmek mi, acı çekmek mi?
Geceleyin fırtınada, kent derin bir uykuya dalmışken... Korkuyla ürperen çimenlerin üzerinden filler yürüyüp geçerken...
Sanırım siz hiç düşünmediniz kış ölülerini.
Kötü günlerin geride kaldığını sandınız kar yağarken.
O yüreğimizi alev alev yakan, dağlayan, bizi uzak iklimlere götüren, uzun uzun düşündüren bir yıl geride kalırken, ölümsüz güzellikleri sarıp sarmalayacağınızı sandınız.
Şam, Bağdat, Kobani... Nusaybin, Cizre, Sur...
Filistin, Gazze...
Zalimliği, zulmü düşündünüz mü hiç?
Gördünüz mü baskıyı, otoriter gücü, zorbalığı...
Ege Denizi’nde özgürlüğe doğru kürek çekerken, bir başka hayata doğru kulaç atarken boğularak ölen bebeleri karlı bir kış gününün sabahında aklınıza getirdiniz mi?
Boşvermişliğin, görgüsüzlüğün sarkacında memleketi soyup soğana çevirenlere alkış tutan, omuzlarına alan yöneticiler gördünüz mü?
Ağızlarından demokrasiyi düşürmeyen, düşünceye yasak diyen, yüzlerce gazeteciyi yargılayan, haberciye kelepçe vurup zindana atan zihniyete ne dersiniz?

*** 

Bir kış gününün sabahında çocuklar göğe bakıyordu, kanat çırpan kuşlara...
Bakmak yasak değildi!
Yasak olan yaşamaktı...
Akşamlar mavi değil karaydı, her yer karanlıktı.
Varoloşun ince çizgisi, hayatın dayanılmaz ağırlığı içinde kartopuna benziyordu.
De Andrade’nin dizelerinde anlatılan bir yaşamdı. Tek başına ve ışıklar söndürülmüş.
Omuzlarınız dünyayı taşıyor...
Oysa dünya bir çocuğun elinde daha hafif. Savaşlar, kıtlık, evlerde aile kavgaları.
Tüm bunlar hayatın sürdüğünü kanıtlıyor bize...
Bu arada sen yürüyorsun, başın dik, için ezik... Kendi şarkını söylüyorsun. Dağ başlarındasın, kuşatılmış kentlerde...
Duvarın dibinde bir çocuk, bir anne...
Söyle bana niçin ağlıyorsun?
Bir şiirin dizelerisin sen, işte haykırıyorsun diri bir günün ilk ışıkları evlerin pencerelerine vurduğunda...
Bu arada yürüyorsun sen kendi şarkını söyleyerek. “Acılar içinde kıvranıyorsun. Hurma ağacısın sen, kimsenin duymadığı çığlıksın.
Ve sönmüş bütün ışıklar. Karanlıkta aşk, hayır, gün ışığında aşk hazindir, evladım Carlos, her zaman hazin. Ama kimseye söyleme bunu...”
Bir ülkede ölümler oluyor, Miray bebekler ölüyor, kentlerde yaşam duruyor...
Kim umursuyor bunları?
Bilen var mı Nusaybin’de, Cizre’de, Halep’te, Bağdat’ta, Kobani’de nasıl hayat, niçin kapalı okullar?

*** 

Korkularımız tüm umutlarımızı, düşlerimizi kırdı, bizi filin çimenleri ezip geçtiği gibi çiğnedi.
Yaşamımız altüst oldu!
Yıldızlar...
Ay ışığı...
Ve düşünceler ormanında dolaşırken “barış devleti”nden “savaş devleti”ne geçtik...
Kin!
Nefret!
Yoksulluk!
Cihatçılık!
Bana sevgiyi anlatacak birisi yok mu? Hayatı anlatacak, umudu, barışı...
Birileri haykırmayacak mı yeri göğü çınlatarak:
“Kahrolsun kibir düzeni!”
Binlerce can ölürken, binlercesi sakat kalırken kimse konuşmayacak mı?
Düşünceye kelepçe vurulan bir ülkede Can Dündar ve Erdem Gül hücrelerinde tek başına...
Suçları haber yapmak!
İnsanlık öldü mü, söyleyin Tanrı aşkına...
Buyrukçuluk, otorite, bildiğini okuma...
Nerede laik demokratik sosyal hukuk devleti?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları