Hikmet Çetinkaya

Bedel…

15 Ağustos 2017 Salı

Yağmur dindi, bulutlar çözüldü…
Ay ışığı vurdu odaya… Sırılsıklam olmuş bir gecenin içinde tarifsiz yalnızlıkları yaşıyordu kent.
Yıllar önceye gitmişti ister istemez…
Ege kıyılarında deprem dur durak bilmiyordu. Manisa, Muğla, Bodrum sarsılıyordu.
O yılları anımsadı.
Adapazarı, İzmit, Yalova, Gölcük, Değirmendere.
Çok sayıda ölü ve yaralı…
O çığlıklar, haykırışlar…
O ölümün soğuk yüzünü görmüştü insanlar göçük altında kalan çocuklarını, analarını, babalarını ararlarken.
Yıl kaç mı?
17 Ağustos 1999
Siyasal erk hem aymaz hem de vurdumduymazdı.
Vahşi kapitalizmin yüzü bir kez daha görülmüştü.
Talana ve soyguna göz yumanlar bir kurtarıcı gibi ortalıkta dolaşıyordu.
Uyku bir ağacın dalları gibi sarmıştı bedenlerimizi.
Solumalar sessiz bir ışıkta rüzgâr gibiydi. İnsanlar karamsarlık içindeydi.
Gözlerimiz yumulu, kirpiklerimiz sulara sürtüyordu.
Bir genç kadın, o gece sarsıntıyla uyanmış, yatağının üzerinde sallanan ampule bakmıştı sadece.
Bir erkek zamanın akışında, engin sulara yönelmişti, sevdanın görünmeyen yüzünü yakalamak için.
Onlar hiç ölümü düşünmemişlerdi…
Düşlerinde ne Pablo Neruda ne Cemal Süreya vardı.
Sanıyorum bilmiyorlardı plaza ölülerini ya da nitrat adamlarını.
Sessiz çığlıkların içinde griler giderek çoğalmaya başlamıştı…

***

Halkın ölümü her zamanki gibi oldu.
Kökleri arasında yıkandı kan.
Yalnızlığın bahçelerinde dolaştık kaygılı ve hüzünlü.
Her şeye karşın umuda sarıldık.
Geceleri o korkulu uyuyan adam, Jacques Prevert’in perceresinden o geniş sokağa bakıyordu.
Menevişli bir gökyüzü belki de ona gülümsüyordu.
Yalansız bir evrende yaşamak isteyen çocuklar, temel hak ve özgürlükler istiyordu.
Bu özgürlüklerin düzeyini, çağdaş bir toplumun olmazsa olmaz koşulu olduğunun göstergesi olarak görüyorlardı.
Yalansız bir evrende yaşamak isteyen çocuklar hainliğin, puştluğun, ikiyüzlülüğün bedelini ödüyorlardı.
Tüm bu olup bitenleri izleyen düşçü baba, sarı yaz çiçeklerini kokladı, düşen takvim yaprağına baktı:
Acımız büyük
O büyük reklam…
“Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova, Değirmendere
Sonra aklına gelen bir şiiri okudu:
Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu acılar, ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan
A. Kadir, ses verdi bu şiire:
Beni dağ başında böyle yapayalnız kodular
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın
Senin etinden tırnağından ayrı,
Senin kokundan uzak.
Hani mor menekşeler, kırmızı güller vardır, öyleydi hayat. Öyleydi, hüzün toplamak o topraklardan.
Sanki yüreğimizden söküyorlardı tüm çiçekleri…
Tüm umutları, sevgiyi, hayatı…

***

Yaşam sürüp gidiyor işte…
Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Emre İper
Onlar Silivri’de tutuklu arkadaşlarımız bizim…
Hepsi ama hepsi, demokrasinin laiklik temelinde yükseleceğine inanan arkadaşlarımız.
Dedikleri şu:
Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir…
Onların toplumsal talepleri var.
Onlar basın özgürlüğünü temsil ediyor.
Onlar hücrelerinde boş durmuyor, tüm gün gazete, kitap okuyor, televizyon seyrediyor…
Onları çok özledik çok…
Eminim biz dışarıdakilerden daha iyi analiz yapıyorlar.
Akın, Murat, Kadri, Ahmet, Emre’nin sağlık durumlarıda çok iyi…
İşte böyle sevgili okur…
Yağmur dindi, bulutlar çözüldü…
Masmavi bir gökyüzü.
İçerideki arkadaşlar için Cahit Külebi’den bir şiir…
İyi gelir mi bilemiyorum…
Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı
Durmalıyım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları