Hastalığı bitirirken

17 Şubat 2016 Çarşamba

Ağır bir hastalıktan sonra artık kalkma zamanı. Bir süredir ilaçlar kesilmişti. Zaten fayda da etmiyordu bilinen ilaçlar. Çünkü hastalığın kendisinden çok, yol açtığı ruh hali, durumu ağırlaştırmış ve uzatmıştı.

Hastalık bu. Onunla karşılaştığımızda yapmamız gerekenler konusunda yeterli bilgimiz var. Yapılacaklar belli. Nihayetinde hastalığın organlarda yarattığı tahribatla rahatlıkla baş edebilecek durumdayız.

Hastalık, doğası gereği acılı ve sancılı bir süreç. Ama bahsettiğimiz vakada tıp terimleri bir yere kadar açıklayıcı olabiliyor. Burada, o yerden ötesi var.

Çünkü bu kez hastalığın verdiği acı ve sancı, bildiklerimizden daha derin ve sarsıcı oldu. Organlar yerine asıl olarak duygu ve düşünce tahribatı yapan bir hastalıkla karşı karşıyaydık.

Hastalık biterken alışık olduğumuz halsizlik ve yorgunluk gibi tipik sonuçlardan daha önemli haller vardı. Asıl sorun da bu. Karamsarlık, umutsuzluk ve moral bozukluğu. Ve tabii yoğun bir isteksizlik. Hiçbir şeyi istememe. Bugünü ve geleceği isteyememe.

Hastalık aslında bitmiş bitmesine ama hasta buna inanmıyor. Bir daha eski duygu ve düşüncelerine, hastalık öncesi durumuna dönebileceğine inanamıyor.

Kaldı ki eskisi yetmez, eskisinden de daha iyi olacağına inanması gerekiyor ayağa kalkması için. Ama o bu uzun ve ağır hastalığın bittiğini kabul edemiyor ve kendini hâlâ hasta zannediyor.

Oysa kalksa, baksa görecek kanıtları. Ben gördüm. İlk olarak çok değil birkaç gün önce yazıştığım bir doktor arkadaşımın son mektubunda. Şöyle yazmış:

“Tıbbın alanına giren hastalık istatistiklerinde bugüne özgü dikkate değer bir değişiklik yok. Zaten ben de bu sıra kırılma anlarını anlamak için toplumsal, siyasal hastalıklarla ilgili okuyorum. Bir hastalıktan çıkmakta olduğumuz doğru. Bu tür hastalıklarda, acıları, teskin edici ilaçlarla azaltmak ya da yok etmek çözüm değil. Çözüm, acıları unutmadan, onlarla yüzleşerek iyileşmek olmalıdır. Örnek katliam acıları.”

Hiç tanımadığım bir öğretim üyesinin şu cümleleri ise “hastalık bitmiş” dedirtir nitelikteydi:

“Uzunca bir süre çevremizde en çok ‘buralardan gitmek’ konuşuluyordu. Herkes kendine bir ülke arıyordu nerdeyse. Ama bugünlerde ‘gitmekten vazgeçtim’ diyen bir iki arkadaş bile çıktı. Gitme muhabbeti azaldı.”

Diyarbakır’daki arkadaşım ise “operasyonlar sona erdi” açıklamalarından hemen önce şunları yazmıştı:

“Ölümle yaşam iç içe. Bu kadar çok ölüm ortasında bu kadar çok yaşanan bir kenti ilk kez burada gördüm. Ölüm var ama sanki ölümden korku yok. Buranın kedileri bile korku duvarını aşmış. Ölüme, kurşuna, gaza aldırış etmiyorlar.”

Ben bu hastalıktan çıkış zamanlarını bir kez daha yaşadım. Yıllar önce. Üniversite birinci sınıfta. Ahmet Kaya’nın ilk kaseti çıkmıştı. “Ağlama Bebeğim”. Heyecanımız nihayet bitecek, o akşam dinleyecektik.

Akşam evde toplandık. Ama Ahmed Arif’in ezbere bildiğimiz şiirlerinin de olduğu Ahmet Kaya şarkılarını dinlemek için gece yarısına kadar bekledik. Ve ışıkları söndürerek karanlıkta ilk kez duyduk o sesi.

Karanlığı bekledik, çünkü uluorta satın aldığımız kasedin suç unsuru sayılabileceğinden kaygılıydık. Işıkları söndürdük, çünkü Ahmet Kaya çalıyorduk, evi polis basabilirdi. Üstelik kafamızdaki şarap dumanları bile seçimlerin yapılıp iki yıldır sivil bir hükümetin iktidarda olduğunu aklımıza getirip bizi rahatlatmıyordu.

Ahmet Kaya gece boyunca döne döne söyledi. Sabah olduğunda biz söylüyorduk. Karanlık bitmişti.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Davutoğlu artık mağdur 23 Mayıs 2016

Günün Köşe Yazıları