Ayşe Emel Mesci

Yılmaz Güney’in bakışı

16 Eylül 2024 Pazartesi

Zaman akıp gidiyor. Yılmaz Güney’i 9 Eylül 1984’te Paris’te yitireli tam kırk yıl olmuş. Ülkemizi ve nice hayatı, bu arada Yılmaz Güney’in ve bizim hayatlarımızı da mahveden 12 Eylül darbesinin üzerinden de kırk dört yıl geçmiş. 

Yılmaz Güney 12 Mart’ı da 12 Eylül’ü de bedel ödeyerek yaşamış devrimci bir sanatçıydı. 1960’lı yılların “Çirkin Kral” efsanesinin ardından Türkiye’nin toplumsal, sınıfsal ve insani gerçeklerini evrensel bir sinema diliyle anlatmayı başaran, sinemamızda çığır açan bir öncü sanatçıydı. 

‘ENDİŞE’

12 Mart’ın ardından afla serbest bırakılmış, işçi sınıfının içinde yaşayacağım diye Çeliktepe’de bir gecekonduya yerleşmiştim. Yirmi üç yaşındaydım. Bir gün Yılmaz Güney’in bir arkadaşı, Ali Aydın Çığ geldi, “Yılmaz Ağabey seni bekliyor” dedi, Acar Film’e gittik. “Arkadaş” filminin montajı yapılıyordu. Yılmaz Güney, Emel gecekonduyu falan bırak, Güney Film’e gel, yapacağımız önemli işler var” dedi. Benim gecekondu ütopyam da böylece sona erdi. Sonra bir gün Adana’dan telefon etti. “Mevsimlik pamuk işçilerinin hayatını çekiyoruz. Sen de oynuyorsun, yarın uçağa atla gel” dedi. Ertesi gün “Endişe” filminin çekimlerindeydim. 

Bu ani kararlar, hızlı adımlar ve yapmayı düşündüğü işin önünde engel kabul etmeyen tutum Yılmaz Güney’in önemli özellikleriydi. Yaptığına hep inandı, inanarak yaptı ve sinemamızda gerçekten yeni bir çığır açtı. 

‘DUVAR’

Sonra araya hapislikler ve hayatı bıçak gibi ikiye bölen 12 Eylül girdi. Yeniden karşılaştığımızda ikimiz de Avrupa’da sürgündeydik. “Yol” ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanmıştı, “Duvar”ı çekmeye hazırlanıyordu. Filmin kadınlar koğuşu sahneleri için Adapazarı cezaevindeki anılarımı yazmamı istedi, o bölümleri o anılara dayanarak çekti. O sırada sanatçı kimliğinin yanında eskiden olduğundan farklı düzeyde hissedilen bir siyasi kimlik de söz konusuydu. Bu kimlik içinde temel misyon olarak devrimcileri birleştirmeyi benimsemişti. Bu da onun ütopyasıydı. Bir süre sonra, 1984’ün ilk aylarında, hastalığı artık iyice ilerlemişken bir buluşmamızda, sızısını şu sözlerle özetlemişti: “Keşke bir parti olsaydı da biz bu işlerle uğraşmasaydık, kendi sanatımızı yapsaydık, her şey yarım yarım oldu.” 

YILMAZ GÜNEY’İN ŞİİRİ

Yılmaz Güney sinemamızın kurgu ustasıydı. Onun sinemasının düğüm noktası, filmlerinde kullandığı kurgu tekniği ve malzemesiydi. Çekimlerde bu malzemeyi mutlaka toplardı. O anlar ve görüntüler bir anlamda onun senaryolarının satır aralarıydı. 

“Endişe”nin çekimi için Adana’daydık. Sanırım çekimin ilk ya da ikinci gününün sonuna gelmiştik. Herkes malzemelerini topluyordu. Birden Yılmaz Güney bağırmaya başladı: “Kamerayı getirin, çabuk kamerayı getirin!” Ne çekmek istiyor diye baktım: Uzakta, batmak üzere olan güneşin son ışıklarıyla gerçeküstü bir görüntüye bürünmüş düzlükte bir atlı dörtnala gidiyordu. O gün o sahne çekilemedi gerçi ama Yılmaz Güney’in filmlerine bu gözle bakıldığında benzer kurgulama kareleriyle karşılaşılır. Bu anlar onun sinemasının alt metnini ve şiirini oluşturur. 

Yılmaz Güney’e 1982’de verdiğim sözü tutup, 2020 yılında Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda, Orhan Kemal roman ödülünü kazanmış (1972) “Boynu Bükük Öldüler” romanını sahneye taşırken sinemasındaki şiirin altında yatan edebiyatçı kimliğini ve Yılmaz Güney’in yüreğindeki Çukurova’yı çok daha derinden hissettim. Yılmaz Ağabey’e Çukurova’dan selam göndermenin mutluluğunu yaşadım: “Mahrumi derler adıma/Atladım bindim atıma/Varam o dostun yanına/Durmak olmaz Çukurova.” 

Yılmaz Güney sanatıyla ve devrimci kimliğiyle hep yaşayacak. Çünkü bu halk onu çok sevdi.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Issızlaşıyoruz 12 Ağustos 2024

Günün Köşe Yazıları