Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
İttifak önem taşıyor
Bu yazıya başlarken tüm Cumhuriyet ailesini, yeniden saygıyla ve sevgiyle selamlarım.
Tabii, “Cumhuriyet ailesi” derken 1924’teki kuruluşundan bu yana, Yunus Nadi ve Nadir Nadi’den başlayarak -aramızdan ayrılmış olanları dahil- bu gazetenin imtiyaz sahipleri, başyazarları, yazarları, yöneticileri, tüm çalışanları ve okurlarıyla birlikte, çok büyük bir “aile”den söz ediyorum.
Benim o aileye ilk katılışım, altı yaşımdayken oldu. Teyzemin katkısıyla okuma yazmayı epey öğrenmiştim. Zaten o yıl okula başlayacaktım. Ankara’da oturuyorduk. Eve her sabah Ankara gazetesi olarak “Ulus” geliyordu. Bazen akşamları, bazen ertesi sabah da İstanbul gazetesi olarak Cumhuriyet... Babam Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmendi. O sırada Milli Eğitim Bakanlığı’nda şube müdürü de olmuştu. Ayrıca eğitimle ilgili yazılar yazıyordu. Bir kısmı Cumhuriyet’te de yayımlanıyordu. Gazetenin devamlı okurlarındandı.
Ben, gazetenin manşetlerini sökmeye gayret ediyordum. Manşetler, günlük olaylarla ilgiliydiler. Ve o olaylar bizim eve misafirler geldiğinde yapılan -benim de dinlediğim- sohbetlerin konuları arasındaydılar. Yaklaşmakta olan dünya savaşıyla ilgili gelişmeler dahil.
Böylece Cumhuriyet ailesinin, önce okurlar bölümüne katıldım, yıllar sonra da yazarlar bölümüne... O da 1970’lerden başlayarak uzun yıllar sürmüştü.
VE ‘BUGÜN’
Tabii, yazımın klişe başlığı “Dünden Bugüne” olduğuna göre, “dün” bölümünü fazla uzatmayıp “bugün”e gelmem gerekir.
“Bugün”ün gündemdeki -yerleri hep ön sıralarda olan- başlıca konuları hayli fazla... İlk aklıma gelenleri şunlar:
• İç siyasette demokrasinin “olmazsa olmaz” kurallarından büyük bir kısmının, göz göre göre yok edilmesi.
• Medya özgürlüğü açısından, televizyonlara uygulanan “ekran karartma” cezaları. Hatta şu da var: Karartılan ekranlarda, TRT’de hazırlanan iktidar propagandası filmlerin yayımlatılması...
• Gazetelere, resmi ilanlarını kesmek gibi yeni icat “ceza”lar verilmesi, yayın yasakları konulması, yazarlar, yöneticiler hakkında soruşturma açılıp “tutuklama cezaları” uygulanması...
• Ekonomik hayatta bir yanda açlık, bir yanda savurganlık manzaraları. Sözde “tedbir” olarak ihtiyaç maddelerine ardı ardına uygulanan zam kararları...
• Dış ilişkilerde, hedefinin ne olduğu belli olmayan zikzakların baş döndürücülüğü.
• İç siyasette, adaleti etkileme fiillerinin çeşit çeşit örnekleri...
• Hapishanelerde, bazısı beş yılı, altı yılı aşan “yargısız infaz”lara uğratılmış siyasetçiler, gazeteciler, emekli askerler...
• O “infaz”lar arasında, sağlık sorunları artıp ölüm tehlikesi altına girenler. Ve onların ıstırap içindeki yakınlarının, eşlerinin, çocuklarının durumu...
• Milletvekili seçildiği halde Meclis’e girmeleri gerekirken hapishaneye konulan siyasetçiler...
• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi, Türkiye’nin, koşullarını resmen kabul ettiği evrensel hukuk kuruluşlarının kararlarını yok sayma uygulamaları. Bir yandan da “Bizi Avrupa Birliği’ne almak istemiyorlar, Batılılar bize zaten düşmandır” gibi suçlamalar...
• Üniversite özerkliğini fiilen kaldırarak üniversitelerin bahçe kapılarını, asma kilitlerle kapatmalar...
***
Bütün bunlar, ülkemizin, şu sıradaki manzarasından ilk akla gelen örnekler. Hepsini özetlemeye, hatırlayıp anlatmaya, bir gazetenin -bir köşe yazısının yeri bir yana- tüm sayfaları ayrılsa yetmez...
Ama bunlar ve bunlara benzer durumların hepsinin ortak bir nedeni var: Besbelli ki bütün bunlar, bugün içinde bulunduğumuz, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” diye anılan ama benzeri hiçbir demokratik ülkede görülmemiş bir ucube sistemin sonucudur.
Ve Türkiye’nin en önemli hedefi, herhalde bu sistemin değişmesi olmalıdır.
14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta yapılan iki turlu seçime katılan “altılı masa” partilerinin de öncelikli hedefi buydu. Altı parti o amaçla işbirliği yaparak bir ittifak kurabilmişlerdi. Ve bu çok gerçekçi bir yoldu.
Çünkü Türkiye’de, bugünkü AKP’nin 2002 yılında yüzde 10’luk baraj manivelasından faydalanarak yüzde 34 oy alıp Meclis’te milletvekillerinin yüzde 65’inden fazlasını kazanmasından ve daha sonra da o sonuca ek olarak, kendi saflarına MHP’yi de katıp seçim kurallarını ve uygulamalarını ona göre değiştirmesinden sonra, bir tek partinin cumhurbaşkanını ve Meclis çoğunluğunu tek başına değiştirmesi zaten mümkün değildi.
Altılı masanın en önemli amacı, o imkânsızlığı aşmaktı.
Tabii, öyle bir masanın hedefine ulaşması bir yana, sadece kurulması da kolay bir şey değildi. Türkiye’de parlamenter rejimin var olduğu zamanlarda bile koalisyon hükümeti kurup işletmek bile her zaman kolay olmamıştı. Seçim öncesi ittifak kurmak bir yana, seçim sonrasında koalisyon hükümeti kurmak bile her zaman zordu.
Son seçimde ise iktidarın, her seçim zamanı daha da “alenileşen” haksız hukuksuz işlemlerinin katkısı, az farkla da olsa, kendi cumhurbaşkanı adayını kazandırmaya ve Meclis’teki çoğunluğunu sürdürmeye yetmişti.
Ama siyaset hayatımızın, şimdiki en önemli meselesi şudur: Önümüzdeki yerel seçimlerde, eğer bugüne kadarki “altılı masa” da ortadan kalkacaksa o seçimin sonucundan ne beklenebilir?
Bu sorunun yanıtını ararken bu konuda geçmişteki örnekler de hatırlanıyor tabii.
En çarpıcı örnek, Cumhuriyet’in 1994’teki yerel seçimlerle ilgili haberiydi. Ve Tayyip Erdoğan’ın o seçimde İstanbul belediye başkanlığını nasıl kazandığını hatırlatıyordu. Özetle şuydu:
1994’teki İstanbul belediye başkanlığı seçimine 7 aday katılmıştı. Üçü, siyasi görüşleri aynı yönde olan üç partinin adaylarıydı. Yakınlık bir yana, o üç partinin mensupları, daha önce aynı partinin -CHP’nin- mensuplarıydılar. Birbirinden ayrı düşünülmeleri, 12 Eylül rejiminin CHP dahil, 12 Eylül’den önceki tüm partileri kapatmış ve yasaklamış olmasıydı.
CHP’nin yerine, SHP ile DSP kurulmuştu. Daha sonra ise o yasak kaldırılmış, eski partilerin yeniden açılması mümkün olmuştu. CHP de siyasetteki yerini yeniden almıştı.
Üç parti arasında birleşme girişimleri elbette başlamıştı ama henüz sonuca varmamıştı. Ve ana hatlarıyla aynı insan kaynağından oluşan üç parti seçime ayrı ayrı girecek durumda kalmıştı. Tabii, o yerel seçimde eski CHP’li seçmenler de oylarını belirlemekte çok güçlük çekmişlerdi, hangi partiye oy vereceklerini belirlemek için.
Ve sonuç şu olmuştu:
O üç partiden SHP’nin adayı Zülfü Livaneli’nin oy oranı yüzde 20.3 olmuştu. DSP’li Necdet Özkan’ın 12.38, CHP’li Ertuğrul Günay’ın 1.4. En yüksek oy oranına ise Recep Tayyip Erdoğan ulaşmıştı 25.19...
Ve büyükşehir belediye başkanlığına Erdoğan seçilmişti. Sonrası malum: 21 yıldan beri de önce başbakan oldu Recep Tayyip Bey, sonra cumhurbaşkanı... Şimdi de, ülkeyi “tek adam” olarak idare ediyor.
Bu durumda, “partiler arası ittifak” konusu, sadece belediye başkanlıkları ile diğer belediye yöneticilerinin kimler olacağı sorusu açısından değil, ülkemizde demokrasinin bekası -daha doğrusu “yeniden kazanılması”- açısından da büyük önem taşıyor.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
- Balbay'dan çarpıcı Saray kulisi!
En Çok Okunan Haberler
- 9 sayfalık not bırakmışlar
- İki ünlü markanın balları sahte çıktı!
- 'Üs bölgesi' kamera görüntüleri ortaya çıktı
- Atatürk 'sticker'ına basan kişiyi uçarak dövdü
- 'Sessiz katil' konusunda önemli uyarılar
- Yazarımız Meydan'dan, Acemoğlu'na 'Atatürk' yanıtı
- İzmir’de 13 yaşındaki çocuk AIDS nedeniyle öldü
- Mansur Yavaş'tan ilk açıklama!
- 'Alnı secdeye düşenlerin iktidarında...'
- Bahçeli'nin videosu neye işaret ediyor?