Altan Öymen

Atatürk ve İnönü

13 Kasım 2024 Çarşamba

10 Kasım’da, Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 86’ıncı yıldönümünü yaşadık. Onu saygıyla, şükranla andık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Anıtkabir defterine, “Aziz Atatürk” diye başlayan cümleler yazdı. “Türkiye, 85 milyon tek yürek, tek bilek olarak, şanlı mazimizin daha aydınlık bir atiye uzanan kutlu yolculuğunu emin adımlarla sürdürüyor” teminatını verdi.

Erdoğan, o 10 Kasım gününde başka toplantılara da katıldı. Konuşmalar yaptı. Bazı konuşmaları, iki sıfatından biri olan AKP genel başkanı olarak yaptığı anlaşılıyordu. Mesela, CHP’nin geçmişteki yönetimini “tek parti faşizmi” diye adlandırıyordu. Şöyle diyordu:

“Tek parti faşizminin ülkemizin gelişmesine, kalkınmasına, yeniden inşa edilen dünya düzeninde hak ettiği yeri almasına engel olan vizyonsuzluğun bedelini ağır bir şekilde ödedik.”

Bence böyle bir iddia, siyasi parti sözcüleri tarafından da söylenmemesi gereken bir sözdür. Çünkü her şeyden önce yanlıştır. Ayrıca haksızdır. Tam tersine, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, ülkesindeki işgal güçlerine karşı başlattığı kurtuluş savaşını sürdürürken bile, ikisi de seçimle oluşan ve tüm kararlarını oylama yoluyla belirleyen kurulların iradesiyle almış ve uygulamıştır.

1919’da Sivas’ta, yurdun çeşitli yerlerinden “seçim” yoluyla görevlendirilerek gelen delegelerden oluşan ve ilk yöneticilerini bir “Heyet-i Temsiliye” seçerek belirleyen Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de öyledir. 1920’de o kongrenin temelini oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi de öyle... O seçilenler de “tek adam”ları babadan oğula geçiş yoluyla belirlenen hanedan rejiminin mensupları veya yandaşları olarak değil, “imtiyazsız, sınıfsız” halkın içinden geliyordu. Türkiye Cumhuriyeti kabul ve ilan eden Meclis’in Başkanlık Kurulu’nun arkasında da “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazıyordu.

Tabii, her şey dünyanın 1930’larda, 1940’lardaki, o zamanki koşulları da değerlendirilerek yorumlanmalı, 1914-1918 yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa ülkelerinin durumu hatırlanınca, daha iyi anlaşılır. O savaşta Osmanlı devletiyle birlikte yer alan devletlerin çoğunda kendini gösterdi o “tek adam” rejimlerinin örnekleri. Bir yanda eski krallar veya diktatörler vardı. Komşularımız Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan, Yugoslavya’dan başlayarak çoğunda... Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan devletlerde, Macaristan’da, Romanya’da...

Sayın Erdoğan’ın “tek partili faşizm” dediği yönetimlerin başında –1922’de– Mussolini’nin liderliğinde harekete geçen, “adı da faşist” olan parti vardı. Ve 1933’ten başlayarak Almanya’daki Nazi Partisi (uzun adıyla Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi).

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejimi, o örneklerden hangisine benziyor ki, onu “tek parti faşizmi” diye adlandırmak mümkün olsun?

Evet, Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından sonra, bazı iç güvenlik sorunlarının, Atatürk’e suikast girişimleri, Kubilay olayı gibi olayların sonucu olarak 1924 ve 1930 arasındaki Takrir-i Sükûn Kanunu gibi, hükümetin yetkilerinin artırıldığı bir süreç yaşamış. O sürecin bitişinden hemen sonra ise Serbest Fırka’nın kuruluşuyla, çok partililiğe ilk adımlarını atmış, ama onu da fazla yaşatamamıştır. Ve Hitler’in iktidara gelmesiyle başlayan “Büyük Savaş” hazırlıkları dolayısıyla, çok partili hayata geçişi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişine kadar sürmüştür. Ama o sürecin hiçbir döneminde kendisine “faşist” dedirtecek bir değişim yaşamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa bölümünün bitişinden hemen sonra ise 1949 yılının mayıs ayından itibaren o süreç fiilen başlatılmış, 1946 yılında ilk genel seçimi yapılmış. 1950’den itibaren de çok partili hayata tamamen girilmiştir.

O zamandan bu yana, geçirdiğimiz dönemde, maalesef, bazı darbe olayları karşısında kalınmıştır. Bazısı bir yıl, bazısı daha da uzun süren yıllarını, demokrasisiz olarak geçirmek zorunda kalmıştır. Ancak o süreler dışında Türkiye’nin vatandaşlarının çok büyük kısmı, demokrasi yolunda ilerleyişinden vazgeçmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir.

***

Gelelim sayın Erdoğan’ın “Atatürk 10 yıl daha yaşasaydı” sözüne...

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP Genel Başkanı olarak ifade ettiği bir görüşü daha var ki, 10 Kasım günü söyledikleri arasında, beni asıl hayretler içinde bırakan ifadeleri şöyledir:

“Tek parti faşizminin ülkemizin gelişmesine, kalkınmasına, yeniden inşa edilen dünya düzeninde hak ettiği yeri almasına engel olan vizyonsuzluğun bedelini ağır bir şekilde ödedik. Şayet Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir 10 yıl daha yönetmeye el verseydi, hiç şüphesiz, İkinci Cihan Harbi sonrası, bambaşka bir Türkiye görecektik. Maalesef Gazi’nin vefatıyla bu fırsatı kaçırdık.”

Atatürk’ün ömrünün çok daha fazla olmasını, elbette onun değerinin samimiyetle farkında olan vatandaşlarımızın hepsi tercih ederdi.

Ama o görüşün temelinde şöyle bir varsayım var ki gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur.

Varsayım şu: Atatürk’ten sonra onun yerine geçen Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü ve çalışma arkadaşlarının İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili hedefleri, başlangıçtan beri şuydu: “Savaş sırasında bizi hedef alan bir düşman devlet çıkarsa, ona karşı her türlü direnişe hazır olmak... Ama o savaşa, kazançlı çıkma hesabıyla katılmak gibi bir niyet beslememek...”

 O tutumun temelinde, tabii, maddi imkânlarımızın, savaşma kapasitemizin ölçülmüş olması da vardı. Ama başta Atatürk, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda edindiği tecrübeden alınmış ders de vardı:

Birinci Dünya Savaşı’na Türkiye’nin giriş nedeni, Osmanlı devleti sorumlularındaki “Savaşa Almanlarla birlikte girersek İngiltere’den, Mısır’ı geri almak dahil, kaybettiğimiz topraklardan bir kısmını yeniden elde edebiliriz” hesabı vardı.

Ve bu hesapla, kendi inisiyatifimizle, Alman gemilerini, kendi gemilerimiz haline sokup boğazlardan geçirdik. Geçiş savaş sebebi oluşturduk. Ve Almanlarla birlikte harekete geçtik. Hedefimiz olan Mısır’daki Süveyş Kanalı’na karşı “kanal harekâtı” düzenledik. Çanakkale’yi, Atatürk yönetimindeki askerlerimizle savunurken başarılı olduk ama Süveyş Kanalı’ndan geri dönmeye mecbur olduk. Diğer cephelerde bazen başarılı olsak da çoğundan umduğumuz sonuçları alamadık.

Sonrası malûm, eski kayıplarımızı yeniden kazanırız derken “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olduk” sözündeki bir duruma düştük.

Savaşta yenik düştüğümüzü kabul ettik, yurdumuzun birçok yeri işgal altına girdi. Yunan işgali de başladı.

Ve çok şükür, Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti harekete geçti. Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Lozan Antlaşması’nı imzaladık. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Dış politikanın özeti olarak da “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini benimsedik.

Lozan’da çözüme bağlayamadığımız sorunlarımızı da barış içinde çözmeye başladık. Montrö Antlaşması’yla boğazlar sorununu, Fransa ile 1937 ve 1938’de yapılan antlaşmayla Hatay sorununu...

“Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin hep uyguladığı bir ilke haline geldi. Yunanistan dahil, bütün komşu ülkelerle ve daha uzaktakiler dahil birçok ülkeyle, dostluk, kardeşlik, saldırmazlık, işbirliği gibi sıfatlar taşıyan antlaşma ve sözleşme belgeleri imzaladık.

***

İkinci Dünya Savaşı süresince bağlı kaldığımız ilke de aynı çizgideydi. Ve başarılı çizgimizle, dünya ülkelerinden pek çoğunun varmak isteyip de varamadığı sonuca ulaştık. Savaşa, son birkaç hafta için şeklen girsek de fiilen girmemeyi başardık.

Bu Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı sırasında alınan bir sonuçtu ama Atatürk’ün liderliğinde olduğu gibi İnönü’nün liderliğinde de gerekleri yerine getirilerek uygulandı.

Kısacası: İkinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye’nin yönetiminde bulunan lideri Atatürk de olsa, İnönü de olsa, uygulanan politika farklı olmayacaktı.

Çünkü, Atatürk döneminde devletin yönetiminde yer almak durumunda olan yetkililerin, başta Cumhuriyetimizin kurucu lideri Atatürk olmak üzere, büyük kısmı, ülkenin siyasetini yönetmekte maceracılıkları olmayan, eski tecrübeleri de göz önünde tutan, gerçekçi, dikkatli ve liyakatli insanlardı.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Atatürk ve İnönü 13 Kasım 2024
Kayyumlu rejim... 6 Kasım 2024
Kutlu olsun... 30 Ekim 2024

Günün Köşe Yazıları