Sanayi fiyatlarında kur geçişkenliği

04 Şubat 2022 Cuma

Geçen hafta, Eylül - Aralık 2021 döneminde TL döviz sepetine karşı yüzde 57 değer kaybederken, aynı dönemde Türkiye’nin ihraç mallarının ortalama TL fiyatının da yüzde 57 arttığını belirtmiş ve şöyle demiştim: “Bu mallardaki hammadde ve ara malların tamamının ithal olması mümkün değildir. O halde yerli hammadde ve girdilerin fiyatları neden devalüasyon kadar artmıştır?” Bu vahim tablodan yola çıkarak sanayideki ithal girdi konusunun hükümet tarafından ivedilikle masaya yatırılmasını önermiştim.

Geçen hafta Merkez Bankası’nın Enflasyon Raporu yayımlandı (2022/I) ve bu raporda ihracatçı sanayi firmalarının ithal girdi oranını araştıran bir çalışma yer almakta (Kutu 2.3). 2009-2020 yıllarını kapsayan çalışmada, bu dönem için imalat sanayisinde ortalama ithal girdi oranı yüzde 28.5 olarak belirlenmiş. 

Sanayide yüzde 29’luk ithal girdi oranı Türkiye gibi orta gelişmiş bir ülke için makul bir oran. Ancak sanayi fiyatlarındaki kur etkisini yüzde 29 kabul eder ve kur geçişkenliğini (devalüasyonun TL cinsi ürün fiyatına ne oranda yansıyacağını) bu oran üzerinden hesaplarsak eylül-aralıkta ihraç malları fiyatlarının neden aynı dönemdeki devalüasyon oranı kadar arttığı meselesi iyice muammaya döner.

Çalışma kendi yöntemi içinde doğru sonuç vermiş olabilir fakat çalışmanın kapsamı yetersiz ve bu yüzden kur geçişkenliğinde bütün meselenin yüzde 29 oranındaki ithal girdiden ibaret olduğu kanısını uyandırarak yetkilileri yersiz bir rehavete sürükleme riski var. Sanayi fiyatlarınının oluşumunda ithal girdiler dışında kur geçişkenliği yaratan etkenlerden ilk aklıma gelenler şunlar: 

Birincisi, amortismandaki kur etkisi: Türkiye sanayileşmesini tamamlamamış bir ülke olduğu için Türk sanayisi makine ve ekipman olarak büyük ölçüde ithalata bağımlı. Sanayici dövizle satın almış olduğu makine ve teçhizatın bedelini amortisman mantığı içinde ürettiği malın fiyatına yansıtır. Firma sahibi bu yatırımların yenileneceği tarihe kadar döviz kurunun yükselmesini bekliyorsa ürün fiyatına “amortisman kur farkı” için de zam yapmak durumunda kalır. (Bu noktada kurun istikrarsızlaşması yüzünden 2013’ten beri bir türlü kırılamayan devalüasyon beklentilerinin enflasyona katkı yaptığını tahmin edebiliriz.)

İkincisi, işçi ücretlerindeki kur etkisi: Türkiye, Özal’ın Dünya Bankası ve IMF aklına uyarak tarım desteklerini tasfiye etmesi ve AKP’nin ilk yıllarında TL’nin aşırı değerli tutulması sonucunda gıdada ithalata bağımlı hale geldi. Ülkemiz uzun süredir temel gıda ürünleri olan buğdayda, ette ve ayçiçeğiyağında ithalat yapmadan ihtiyacını karşılayamaz durumda.

Et ve süt ürünlerinde yerli üretim de girdi bakımından ithalata bağımlı. Özal öncesinde Türkiye’de mera hayvancılığı esastı. Verim ABD ve Avrupa’ya göre düşüktü fakat kendi yağımızla kavruluyorduk, halka yoğurt, peynir yedirmek için dış kaynak aramak zorunda değildik. Özal’la beraber hayvancılıkta Amerikan modeli ağırlık kazandı, böylece besi ve süt hayvancılığında ABD, Brezilya veya Arjantin’den ithal edilen soya unu kilit girdi oldu. Düşük gelirlinin tercih ettiği tavuk eti üretiminde soyanın önemi daha da büyük. Yanlış tarım politikaları yüzünden geleneksel hayvan yemi arpada bile dışa bağımlı olduk. Zaten son aylarda gıda fiyatlarında ortaya çıkan büyük artışlar gıdadaki dışa bağımlılığın ne boyutta olduğunu herkese gösterdi. Böyle bir ekonomide işçi ücretlerinin de devalüasyona çok duyarlı olması kaçınılmaz. Bu da sanayi ürünlerinin fiyat oluşumunda kur geçişkenliğini artıran başka bir etken.

Üçüncüsü, sanayi yatırımlarının banka kredileriyle finansmanındaki kur etkisi: 2012’den itibaren hükümetin bankaların sadece döviz kredisi için değil, TL kredilere kaynak olarak da dış borçlanma yapmasına yol vermesi TL kredi faizinin de dövize endekslenmesine yol açtı. Bugün politika faizinin yüzde 14 olmasına rağmen TL kredi faizlerinin bunun iki katı kadar olmasının sebebi de bu, çünkü bunların kaynağı sadece mevduat veya bankaların Merkez Bankası’ndan yüzde 14 faizle sağladığı fonlama değil, kısmen de yabancı bankalardan alınan döviz cinsi krediler. Dolayısıyla kredi faizleri sadece TL fonlama maliyetini veya dış kredilere ödenen faizi değil, ocak sonu itibarıyla yüzde 78 olan yıllık (sepet) devalüasyon oranını da yansıtmak durumunda.

Görüldüğü gibi sanayi ürünlerimizin fiyatlarının devalüasyona duyarlılığı yalnızca sanayideki ithal hammadde ve ara mallardan kaynaklanmıyor, hemen her maliyet unsuru kur geçişkenliğine katkı yapıyor. Demek ki ithal ikamesi ve ihracatla kalkınmaya geçmek için ekonominin bütün cephelerinin aynı anda yeniden yapılandırılması gerekiyor. 

Son olarak Merkez Bankası’na bir notum var: Aşırı değerli TL’nin dış rekabete dayanamayan çok sayıda ara mal üreticisinin tasfiyesine yol açtığı dönem 2002-2008 arasıdır. O yüzden eğer o döneme ilişkin veri mevcutsa, Merkez Bankası’nın ithal girdi oranı çalışmasının başlangıcının 2009’dan 2002’ye çekilmesi, sonraki yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranının neden yüzde 50’lere kadar gerilediğinin aydınlatılmasına ışık tutacaktır.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları