Şahin Aybek

Ülkemizde eğitim yöneticiliği henüz müstakil bir meslek olarak görülmemektedir

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Özdemir ile Türkiye’de yaşanan belli başlı eğitimsel sorunları, eğitim ve okul yöneticiliğinin önemini, Türkiye’de eğitim ve okul yöneticilerinin yetiştirilme, seçilme ve istihdamına ilişkin temel sorunları konuştuk.

“Modern Türkiye’nin inşasında eğitime büyük bir işlev yüklenmiştir. Eğitim, ülke kalkınmasının âdeta bir katalizörü olmuştur. Eğitimde piyasalaştırma ile öğretmenlerin farklı şekillerde istihdam edilmeleri, beraberinde öğretmenlik mesleğinin toplumsal saygınlığını erozyona uğratmıştır. Eğitim ve okul yöneticileri, eğitimi ve okulu amacına göre yaşatan ve liderlik davranışlarıyla da okulu geliştiren eğitimcilerdir.”

“Ülkemizde eğitim yöneticiliği henüz müstakil bir meslek olarak görülmemektedir. Doğrusu, okul yöneticilerinin yöneticilik görevine gelmeden önce eğitim ve okul yönetimi konusunda formal bir eğitim alması, eğitim alanlar arasından yapılacak sınavda başarılı olanların atamalarının yapılmasıdır. Güncel uygulamalar, okul yöneticiliğinin müstakil bir meslek olarak gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır.”

“Okul müdürü eğer bir memur gibi düşünür ve faaliyetlerini buna göre yaparsa yaratıcı fikirlerden korkar ve kendisini yeniliğe kapatır. Bu durumda da okulu geliştirmesi mümkün olmaz. Oysa günümüzde okul yöneticilerinin bir memur gibi değil de tam aksine bir lider gibi düşünüp, buna göre davranması gerekir.”

Hocam, okurlarımıza kendinizi tanıtır mısınız?

1970 yılında Ankara’da bir memur çocuğu olarak dünya geldim. Sırasıyla Devrim İlkokulu, Gülveren Ortaokulu ve Gülveren Lisesinde okudum. Çocukluk ve gençlik yıllarım Ankara’nın Mamak ilçesinde geçti. 1995 yılında ODTÜ Psikoloji Bölümünden mezun oldum. 1996 yılında Ankara’nın Elmadağ ilçesine bağlı Kayadibi Köyü’nde öğretmen olarak çalışma hayatına başladım. İzleyen yıllarda Ankara merkezdeki ortaokul ve liselerde öğretmenlik ve okul yöneticiliği görevlerinde bulundum. 2005 yılında Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Kamu Yönetimi Bilim Dalından yüksek lisans derecesiyle mezun oldum. Doktora eğitimimi Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Yönetimi ve Politikası Bilim Dalında 2010 yılında tamamladım. 2011’de Çankırı Karatekin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümüne yardımcı doçent olarak atandım ve burada Eğitim Bilimleri Bölümü kurucu başkanlığı görevinde bulundum. 2013 yılında Doçent oldum ve aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Eğitim Yönetimi Teftişi Planlaması ve Ekonomisi Anabilim Dalına atandım. 2019 yılında Profesörlüğe yükseldim. Akademik hayatım boyunca Bölüm Başkanlığı, Anabilim Dalı Başkanlığı, Fakülte ve Enstitü Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulundum. Eğitim Yönetimi odaklı olmak üzere 100 dolayında ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde makalelerim yayınlandı. Yine eğitim yönetimi odaklı olmak üzere 10’un üzerinde kitap ve kitap bölümü yazarlığı yaptım. Spesifik olarak eğitim yönetiminin felsefi ve tarihsel temelleri ile eğitim ve okul liderliği üzerine çalışmalarım devam etmektedir. 

Hocam, sizce Türkiye’de yaşanan belli başlı eğitimsel sorunlar nelerdir? Tarihsel bir perspektifle konuyu açıklayabilir misiniz?

Ülkemizin eğitimsel sorunları yıllara ve dönemlere göre farklılık göstermektedir. Dolayısıyla meseleyi tarihsel olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Kendi sınıflandırmama göre Türkiye’nin eğitim sorunlarını üç temel tarihsel dönemde incelemek mümkündür. Birinci dönem Cumhuriyetin ilânı ile başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl aralığını kapsamaktadır. Bu dönemi eğitimde “Kuruluş Dönemi” olarak isimlendirmek istiyorum. İkinci dönem ise 1945-1980 yılları arasıdır. Bu dönemi “Refah Rejimi Dönemi” olarak isimlendirebiliriz.  Üçüncü dönem ise 1980’den günümüze kadar süren yılları kapsamaktadır.  Bu dönem aralığını ise “Neo-Liberal Dönem” olarak adlandırmak istiyorum. 

Kuruluş döneminin temelleri, bir ölçüde Tanzimat Döneminde atılmıştır. Ancak 1924 yılında yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Yasası üç başlı Osmanlı eğitim düzenini [dini temelli vakıf okulları (sıbyan okulları, medreseler), yabancı ve azınlık okulları ve devlet okulları], devlet kontrolüne almış ve bütünleştirmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nden devralınan eğitim mirası, Cumhuriyetle birlikte metamorfoza uğramıştır. Kuruluş döneminde nüfusun %90’dan fazlası kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi, sosyolojisi ve kültürü feodal bir yapıyla karakterizedir. Modern Türkiye’nin mimarı ve kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin feodal yapıdan bir an evvel kurtularak modern dünyanın saygın bir üyesi haline gelmesini amaçlamıştır. Modern Türkiye’nin inşasında eğitime büyük bir işlev yüklenmiştir. Eğitim, ülke kalkınmasının âdeta bir katalizörü olmuştur. Bu kapsamda Cumhuriyetin ilk on yıllarında sanayileşmenin de bir gereği olarak eğitimin her kademesinde okullaşma oranının artırılması amaçlanmıştır. Kuruluş döneminin temel eğitim sorunu, tüm kademelerde okullaşma oranının düşük olmasıdır. Eğitimin her kademesinde okullaşma oranının yükseltilmesi amacıyla okul, derslik ve öğretmen sayısı artırılmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere, Cumhuriyet ideallerini içselleştirmiş eğitim önderlerinin büyük çabaları sonucunda Köy Enstitüleri uygulaması hayata geçirilmiştir. Köy Enstitüleri, ülke genelinde okullaşma oranının artmasında büyük bir rol oynamıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ülkemiz öğretmen, okul ve derslik sayılarındaki artışla birlikte eğitimde nicelik ve nitelik yönünden görece mesafe kat etmiştir.

Türkiye’de refah rejimi dönemi 1945-1980 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönemde kapitalist ülkelerde uygulanan iktisat politikaları, J. M. Keynes’in modeline dayanmaktadır. Bu modelin özünü, kamu girişimi hacminin artırılması ve böylece işsizliğin azaltılması oluşturmaktadır. Türkiye’de de 1960’lı yıllarla birlikte bu model uygulamaya geçmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kurulması ve beşer yıllık kalkınma planlamalarının hazırlanarak hayata geçirilmesinin temelinde, Keynesyen model bulunmaktadır. Söz konusu yıllarda ülke ekonomisi, ithal ikamesine dayalı olarak yapılandırılmıştır. Bu nedenle devlet, vatandaşın tüketim ihtiyaçlarını bizzat kendi örgütleri ve personeliyle üreterek karşılamaya çalışmıştır. Bu ise devletin nitelikli işgücüne olan ihtiyacını artırmıştır. Dolayısıyla işgücü piyasasında arz talep dengesinde arzın artırılması amacıyla okul türlerinde çeşitliliğe gidilmiştir. Böylece ihtiyaç duyulan sayı ve nitelikte işgücü yetiştirilmeye çalışılmıştır. Nitekim anılan yıllarda bir yandan işsizlik oranı çok düşük seviyelerde gerçekleşirken (OECD ortalaması %2 civarındadır), diğer yandan halkın refah düzeyi görece yükselmiştir. Refah rejimi döneminde eğitimin başlıca sorunları arasında eğitime erişim, eğitim hakkı, okul öncesi eğitimde okullaşma, zorunlu eğitim süresi ve yükseköğretim kurumlarının sayıca az olması gösterilebilir.

Neo-liberal dönem ise kapitalist ülkelerde yeni-sağ partilerin 1980’li yılların hemen başında iktidara gelmeleriyle başlamıştır. Türkiye’de ise yeni-sağ anlayış ve neo-liberal politikalar rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şahsında hayata geçirilmiştir. Neo-liberal anlayış, devlet yönetiminde dört temel dönüşüme öncülük etmiştir, bunlar a) deregülasyon (serbestleşme), b) özelleştirme, c) yerelleşme ve d) piyasalaştırmadır. Deregülasyon uygulamasıyla devlet, özel sektör kuruluşlarının da eğitim alanında faaliyetlerini teşvik etmiştir. Vakıf üniversitelerinin kurulmaya başlaması, deregülasyonun eğitimdeki bir karşılığıdır. Özelleştirmenin eğitim alanındaki karşılığını eğitim giderlerinde devlet katkısının giderek düşürülmesi oluşturmaktadır. Velilerden bağış toplanması, kendi okulunu kendin yap kampanyaları, okulun güvenlik ve temizlik giderlerinin okul aile birliği bütçeleriyle karşılanması, eğitimde özelleştirme sürecinin farklı yansımalarıdır. Eğitimde yerelleştirme politikalarıyla mahalli aktörlerin okul yönetimlerinde daha faal olmaları hedeflenmiştir. Bu kapsamda okul yönetimlerinde yönetişim modeline geçiş sağlanmaya çalışılmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren uygulamaya geçen okul gelişim yönetim ekibi, toplam kalite yönetimi gibi uygulamalar, eğitimde yerelleşmeyi teşvik etmiştir. Neo-liberal anlayışın eğitimdeki dördüncü karşılığı ise piyasalaştırmadır. Piyasalaştırma; eğitim, sağlık ve güvenlik gibi kamu hizmet alanlarının özel sektördeki uygulamalara benzer şekilde gerçekleştirilmesi olarak tanımlanabilir. Eğitimde piyasalaştırmanın karşılığını son yirmi yıl içerisinde öğretmen istihdam rejiminde yaşanan dönüşümlerde görmek mümkündür. Bu dönüşümün temelinde, yaşam boyu iş güvenceli istihdamın, esnek işgücü istihdamı ile ikame edilmesi bulunmaktadır. Daha basit bir anlatımla öğretmen istihdamında kadrolu rejimden sözleşmeli istihdam rejimine geçiş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu nedenle günümüzde öğretmenler kadrolu, sözleşmeli ve ücretli olmak üzere üç farklı şekilde istihdam edilebilmektedir. Ayrıca özel okulların teşvik edilmesiyle birlikte özel sektörde görev yapan öğretmen sayısı da artmıştır. Eğitimde piyasalaştırma ile öğretmenlerin farklı şekillerde istihdam edilmeleri, beraberinde öğretmenlik mesleğinin toplumsal saygınlığını erozyona uğratmıştır.

1980’li yıllarla birlikte başlayan neo-liberal dönemde, zorunlu eğitimin kademeli olarak önce sekiz, sonra 12 yıla çıkartılmasının bir sonucu olarak ilköğretim ve ortaöğretim kademelerinde okullaşma oranları görece yüksek seviyelere ulaşmıştır. Ancak okul öncesi eğitime erişim sorunları, güncel bir problem olarak çözüm beklemektedir. Her ilde en az bir üniversite açılmasıyla birlikte yükseköğretimde bir kalite sorunu yaşansa da okullaşma oranı görece yükselmiştir. Ancak yükseköğretimde mezun sayısının fazla olması, gençler arasında işsizlik oranının artmasına yol açmıştır. Diğer yandan komşu ülkelerde son on yıllarda artan iç savaşlar, Arap Baharı ve benzeri gelişmeler ülkemize gelen mülteci ve göçmen sayısını artırmıştır. Bu durum, eğitimde sosyal içerme ve bütünleşme sorunlarının tartışılmasına neden olmuştur. Ayrıca iç göç oranının yüksek olması büyük şehirlerde okul ve derslik sayısını artırmakta, bu ise MEB üzerinde ciddi bir baskıya yol açmaktadır. Ayrıca TOKİ ve benzeri konut projeleriyle birlikte kentsel bölgelerde sınıfsal farklılıklar âdeta devlet eliyle tescillenmiştir. Bu süreçte orta ve üst düzey gelire sahip aileler, çocuklarını artan oranda özel okullara göndermeye başlamıştır. Bu nedenle eğitimde fırsat ve olanak eşitliği dengesi yoksullar aleyhine bozulmuştur. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra sınıf mevcutları bir türlü ideal sayılara düşürülememiş, bunun sonucunda kimi okullarda öğretmenler 40 kişilik sınıflarda ders yapmak durumunda kalmıştır. Eğitimde neo-liberal dönemde kademeler arası geçiş de yine önemli bir güncel sorun olarak çözüm beklemektedir. Liseye ve üniversiteye geçiş sınavları büyük oranda yoksulluğun yeniden üretilmesine ve meşrulaşmasına neden olmaktadır.

Hocam, bir eğitim yönetimi araştırmacısı olarak eğitim ve okul yöneticiliğinin öneminden söz edebilir misiniz?

Genel olarak eğitimin, özel anlamda okulun amacını etkili şekilde başarmasında okul yöneticilerinin rolü çok büyüktür. Eğitim ve okul yöneticileri, eğitimi ve okulu amacına göre yaşatan ve liderlik davranışlarıyla da okulu geliştiren eğitimcilerdir. Yöneticinin dört temel işlevi bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla planlama, örgütleme, yöneltme ve denetimdir. Yönetici bu dört işlevi etkili şekilde yerine getirdiğinde okulu etkili ve verimli şekilde yönetebilir. Diğer yandan ortalama bir yöneticide olması gereken üç temel beceri vardır. Bunlar kavramsal beceriler, insan ilişkileri becerileri ve teknik becerilerdir. Kavramsal becerilerden kasıt, yöneticinin analitik ve soyut düşünebilmesi, karar verme kabiliyetinin yüksek olması, orta ve uzun vadeli düşünebilmesi ve problemleri görerek çözebilmesidir. Bununla birlikte yöneticilerin birlikte görev yaptıkları çalışanlarla doğru ve etkili iletişim kurabilmesi beklenir. Bu anlamda yöneticinin liderlik becerilerini etkili şekilde yerine getirmesi ve çalışanları güdülemesi gerekir. Nihayet okul yöneticilerinin teknik yönden okulun günlük rutin işlevlerinin nasıl yerine getirileceğini hem bilmesi hem de uygulaması önemlidir. Bu kapsamda okul yöneticilerinin personel işleri, öğrenci işleri, okul-toplum işleri ve eğitim programının yönetimi şeklinde sınıflandırılabilecek işleri yönetebilecek donanıma sahip olması gerekir. Sıralamış olduğum tüm bu bileşenler, bir okulun amacını başarmasında yöneticiye düşen temel görev ve sorumluluklardır. Bizim yaptığımız araştırmalar sonucunda ulaştığımız genel sonuç şudur; bir okulun kaderi büyük oranda yöneticinin yeterliklerine tabidir. Dolayısıyla yöneticinin kendisinden beklenen rol ve davranışları etkili şekilde sergilemesi, okulun ve daha doğrusu o okulda öğrenim gören öğrencilerin eğitim hizmetlerinden en üst düzeyde faydalanmalarına büyük katkı sağlamaktadır. 

Hocam bu kapsamda Türkiye’de eğitim ve okul yöneticilerinin yetiştirilme, seçilme ve istihdamına ilişkin temel sorunlar nelerdir?

Ülkemizde eğitim yöneticiliği henüz müstakil bir meslek olarak görülmemektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze değin eğitim yöneticiliği, öğretmenlik mesleğinin yan bir işlevi gibi algılanmıştır. “Meslekte asıl olan öğretmenliktir” yaklaşımı günümüzde halen geçerlidir. Oysa bu anlayış, başta ABD ve İngiltere olmak üzere çeşitli gelişmiş ülkelerde terk edilmiştir. Bu ülkelerde eğitim yöneticiliği, öğretmenlikten farklı beceri ve yeterlikler gerektiren müstakil bir meslek olarak kabul görmektedir. Ülkemizde 1960’lı yılların ortalarından itibaren çeşitli üniversitelerde lisans düzeyinde eğitim idareciliği programları hayata geçirilmiştir. Ancak, bu programlardan mezun olanların MEB’in yönetsel kadrolarında istihdamı arzu edilen seviyelere çıkamamıştır. Bununla birlikte 1990’lı yılların ortalarından itibaren okul yöneticilerinin seçiminde sınav usulüne geçilmiş ve okul yöneticilerinin seçilmesi, merkezi sınav sonuçlara dayalı yapılmaya başlamıştır. Aradan geçen yirmi küsur yıl içerisinde okul yöneticilerinin seçilmesi konusunda “gel-gitler” yaşanmış ve bu konu bir türlü rayına oturtulamamıştır. Oysa doğrusu, okul yöneticilerinin yöneticilik görevine gelmeden önce eğitim ve okul yönetimi konusunda formal bir eğitim alması, eğitim alanlar arasından yapılacak sınavda başarılı olanların atamalarının yapılmasıdır. Yaşam boyu öğrenme nosyonuna dayalı olarak eğitim yöneticilerinin sürekli olarak iş başında ve hizmet içinde eğitime tabi tutulmaları gereklidir. Ancak böyle bir sürecin sonunda eğitim ve okul yöneticilerinden beklenen verim alınabilir. Bunun dışındaki güncel uygulamalar maalesef amaca hizmet etmemektedir. Yine güncel uygulamalar, okul yöneticiliğinin müstakil bir meslek olarak gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. 

Hocam, akademik çalışmalarınızı incelediğimizde çoğunlukla eğitim liderliği konularında çalışmalar yaptığınızı görmekteyiz. Eğitim yöneticiliği ve liderliği arasındaki farklar üzerinden okul yöneticilerinde aranan liderlik becerileri konusunda bize neler söylemek istersiniz?

Eğitim yöneticisinin temel motivasyonu okulu amacına göre yaşatmaktır. Yönetici bu işlevini yerine getirirken bir memur gibi düşünür. Bununla şunu kastediyorum; bir memurun görevi kendisine verilen görevi yürürlükteki mevzuata göre yerine getirmektir. Bu süreçte memurdan yaratıcı fikirler üretmesi ve yeni yorumlara giderek işini yapması beklenmez, hatta bunu yapması durumunda ceza alması da muhtemeldir. Oysa eğitim yöneticisinin okulu geliştirmek gibi bir sorumluluğu da bulunmaktadır. Okul müdürü eğer bir memur gibi düşünür ve faaliyetlerini buna göre yaparsa yaratıcı fikirlerden korkar ve kendisini yeniliğe kapatır. Bu durumda da okulu geliştirmesi mümkün olmaz. Günümüzde okullarımızda hakim durum maalesef budur. Oysa günümüzde okul yöneticilerinin bir memur gibi değil de tam aksine bir lider gibi düşünüp, buna göre davranması gerekir. Lider okul yöneticisi uzun vadeli düşünür, yaratıcıdır, yenilikçidir, iş birliğine dayalı çalışmaya yatkındır, karar alırken astlarının görüşünü alır, demokratiktir, gelişim odaklıdır, işi yapmanın değil doğru işi yapmanın derdindedir. Tüm bunlar birer liderlik işlevidir. Dolayısıyla okul yöneticilerinin, salt yöneticilik davranışlarıyla okulu geliştirmesi ve geleceğe taşıyabilmesi mümkün değildir. Eğer okul yöneticisi liderlik becerilerine sahipse okulda öğretmenler ve öğrenciler mutludur, okulda güven iklimi hüküm sürmektedir, herkes ortak bir amaç etrafında ve işbirliğine dayalı çalışmaktadır. Başka bir ifadeyle okul yöneticisinin liderlik vasıflarına sahip olması ve bunu okulda hayata geçirmesi çok yönlü pozitif sonuçlar doğurur. Bu nedenle okul yöneticilerin seçiminde kanaatime göre adaylarda liderlik kumaşının olup olmadığı da değerlendirilmelidir. Bizim yaptığımız araştırmalarda lider okul yöneticilerinin öğretim odaklı oldukları, öğretmenlerin mesleki ve kişisel dönüşümlerine ve gelişimlerine katkı yaptıkları, liderliği okuldaki liderlik pozisyonunda olan müdür yardımcıları, zümre başkanları ve öğretmenlerle paylaştıkları, dezavantajlı öğrencilerin akademik ve sosyal gelişimlerini destekledikleri ve etik bir duruş sergiledikleri ortaya çıkmaktadır.

Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları