Olaylar Ve Görüşler

Sanal ve Gerçek Işıklar

21 Mart 2015 Cumartesi

Yaşar Kemal hayat boyu yazdıklarında, ezilenlerin yanında yer almış, savaşı değil, barışı savunmuş, milyonlarca okuyucusunun gönlünde saygın bir sevgi tahtı kurmuştu.

Yaşar Kemal’in “Yer Demir Gök Bakır” öyküsünde, dara düşen, borçlarını ödemeyen ve kurtarıcı arayan Çukurova köylüleri, bir evin çatısında yanıp sönen ışıklar görürler.

Taşbaşoğlu ve ışığı
Başının Ankara’daki İsmet Paşa’nın jandarması ile derde girmesinden çekinen köylü Taşbaşoğlu, önce şiddetle direnir ama korku ve kaygıların büyümesi ve bir kurtarıcı aramanın artan baskısı altında yumuşar; bir akşam kendi evinin üstünde yanıp sönen ışıkları kendi gözleriyle görmeye başlar.
Öykünün unutulmayacak evresinde, sanal bir inancın gerçekleşmesiyle doğaüstü gücün yaratılmasına tanık olmaktan son derece etkilenmiştim.

Sanal ışıklar
Ak Saray’ın görkemli çatı ışıklarını ilk izlediğimde, yoksul köylülerin Taşbaşoğlu’nun çatısında gördüğü “sanal” ışıkları hatırladım. İki olay arasında çarpıcı benzerlik ve çelişkiler var. Güven vermeyen bir seçim öncesinde, borçlularımızın kapımıza gelmesinden, belirsiz bir gelecekten kaygılıyız.
Topluca bir kurtarıcı ararken, güçlü bir aday, oturduğu Ak Saray’ın gece boyu yanan gerçek ışıklarıyla, “Aradığınız kurtarıcı benim” diyor.
Anayasayı değiştirerek Yeni Türkiye’yi yaratmak için seçim sandığında millet iradesinden 400 vekillik güven istiyor. Oysa, çelişki şurada ki çatı donanımı gerçek, ama bu kez, çaresizler topluluğu, kurtarıcı adayına “inanan, inanmayan ve kararsızlar” olarak üçe bölünmüş durumda.
Derindeki varlık bilinci ya da sağduyu artık güçlü kurtarıcılar değil, kalıcı ve uzlaştırıcı bir yönetim düzeni arıyor. Yaşar Kemal, hayat boyu yazdıklarında, ezilenlerin yanında yer almış, çatışmayı / savaşı değil, uzlaşmayı ve barışı savunmuş, yeryüzündeki milyonlarca okuyucusunun gönlünde saygın bir sevgi tahtı kurmuştu.
Nobel alamayışına küskün değildi, sanırım. 1974 yılında Kültür Yayınları Danışma Kurulu’na seçildiğinde; kısaca, “Devlet, bana ilk kez görev veriyor, mutluyum” sözleriyle dile getirmişti yaşam sevincini.
Nur içinde yatsın, yaydığı insanlık inancı ve barış ışıklarıyla.

BOZKURT GÜVENÇ

                                                                        

Rektör Seçimleri ve Saygınlık

10 Şubat 2015 günü itibarıyla devlet bürokrasisinin yüksek mevkilerini işgal eden bir dizi zat, milletvekili aday adayı olabilmek için görevinden istifa etti.

İstifa edenlerin arasında bir grup rektör dikkat çekiyor. Üniversitelerine karşı yükümlülükler üstlenerek göreve ge(tiri) len bu kişiler, sürelerinin sonuna değin bu görevlerinin gereğini yerine getirme sorumluluğunu pek duymadan istifa etmiş oldular.
Anlaşılan onlar için üniversite yönetiminde, hatta akademik yaşamlarında gelebilecekleri en son noktaya gelmiş olmaları önemli değil. Bilimsel tutku, araştırma merakı ve benzeri hususların da artık onlar için pek bir değer taşımadığı bu çıkışlarında belli oluyor.

Rektör atamaları
Günümüzde rektörler görevlerine genelde siyasi iktidarın tercihiyle, YÖK ve Cumhurbaşkanlığı aşamalarında yapılan düzenlemelerle atanmaktalar. Aslında bu 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun felsefesi doğrultusunda yapılan bir uygulama.
Söz konusu yasanın yürürlüğe girmesini izleyen ilk yıllarda, anımsanacağı gibi, rektörler doğrudan zamanın YÖK başkanının önerisiyle Cumhurbaşkanlığı’nı işgal eden zat tarafından atandı. Daha sonraları askeri rejimin dizginlerinin gevşemesiyle birlikte günümüze değin yürürlükte kalan uygulamaya geçildi.
Yani üniversitelere yöneticilerini seçme hakkı kısmen iade edildi, ancak son karar gene üniversite tercihlerinin YÖK filtresinden geçirilmesinden sonra cumhurbaşkanına bırakıldı.

İktidara yakınlık
2007 yılına değin bu uygulamada -bazı istisnalar dışında- üniversite seçim sonuçlarına saygı gösterildi. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na gelmesiyle birlikte uygulama tekrar giderek rektörlerin YÖK ve Cumhurbaşkanlığı aşamalarında belirlendiği bir sürece dönüştü, üniversite tercihlerine daha az itibar edilir oldu.
Siyasi iktidara yakın olmak, üniversite tercihlerinin önüne çıktı. 2014 yılı sonunda yapılan rektör atamaları da bunu bir kez daha gösterdi.
Üniversite başka konularda olduğu gibi, bu konuda da giderek daha edilgen bir tutum içine girdi. Yöneticilerinin iktidar tarafından salt siyasi ve dünya görüşü gibi ölçütlere göre belirlenmesini sessizce sineye çeker oldu.
Artık öğretim üyeleri bu göstermelik rektör adayı seçimlerine, oylarının pek bir hükmünün olmadığını bilerek katılıyor, kimi öğretim üyesi ise gene bu olgunun bilincinde olmasına karşın liyakat, meslektaşlar nezdindeki saygınlık ve benzer özelliklerin süreçte belirleyici olabileceği iyimserliğiyle aday oluyor. Oysa süreç genelde onları incitecek biçimde sonuçlanıyor.

İstanbul Üniversitesi
Geçen hafta İstanbul Üniversitesi’nde yapılan seçimin sonucu bu açıdan önem taşıyor. İstanbul Üniversitesi herhangi bir kuruluş değil. Ülkenin en eski üniversitesi olmasının ötesinde yaklaşık 60 bin öğrencisi, 15 bin çalışanı ve 850 milyon TL bütçesiyle devasa bir kurum.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok özel bir yere sahip. Bu özellikleri ona olağanüstü bir ağırlık veriyor. Günümüz ortamında karar verici merciinin böyle bir simge üniversitenin yönetimini, üniversite öğretim üyelerinin tercihi doğrultusunda kendine yakın görmediğine teslim etmesini beklemek, en hafif deyişle aşırı iyimserlik olacaktır diye düşünürken umarım yanılıyorum. İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinin bütün bu hususların bilinciyle seçime katılmış olduklarını, oylarını da kayıtsızlıktan ya da aşırı iyimser beklentilerden çok, bir çeşit meydana okuma şeklinde kullanmış olduklarına inanıyorum.
Karar vericinin bunu da görerek yapabileceği akademik teamüllere aykırı bir atama üzerine, bu öğretim üyelerinin ve de kamuoyunun izleyeceği yolu merakla bekliyorum. Ya daha önce başka örneklerde olduğu gibi sonucu sineye çekecekler ya da meydan okumanın bir sonraki aşamasının gereğini yapacaklar. İzleyecekleri her iki yol da diğer üniversitelere emsal olacaktır.

Prof Dr. ENGİN BERMEK Türkiye Bilimler Akademisi Eski Başkanı

                                                                                               

YÖK Yasası ve Seçimler
2547 sayılı Yükseköğretim Yasası ilk çıktığında rektörler, YÖK’ün sunduğu dört aday arasından CB tarafından atanıyordu ve yenilenme sınırı yoktu.
İlk uygulaması 1982 yılında yapılan bu sürecin ömrü 10 yıl oldu. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin, iki dönem atanan (dışarıdan) bir rektörün üçüncü dönemini istemeyen büyük bir çoğunluğu 1991 yılında, önce üniversite yapı ve yönetiminin nasıl olması gerektiği üzerinde çalışmak amacıyla fakültelerin genel kurullarının seçtiği toplam 13 üyeli bir kurul oluşturdu.
Bu kurul çeşitli toplantılarda belirlediği hususları fakülte genel kurullarına sunup tartışarak geliştirirken bir yandan da yaklaşan rektörlük sürecine yasa çerçevesinde nasıl müdahale edilebileceğini düşünüyordu.
Sonuçta mevcut yasa çerçevesinde ve kısa süre içinde yapılabilecek tek anlamlı şeyin kendi aramızdan dört “aday adayı” belirleyip YÖK’ten bunları kabul etmesini istemek olduğuna karar verildi.
Üniversitemizde görevli 225 öğretim üyesinden 175’inin katıldığı seçimle bu dört “aday adayı” belirlendi. Belirlenen adayların adları CB’ye, YÖK’e ve rektörlüğe bildirildi. Ancak ilginçtir, seçim için belirtilen gün, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı, yasanın ilgili maddesi için değişiklik önerdi. Bu değişikliğe göre YÖK üniversitelere birer “yoklama” kurulu gönderecek, bunlar üniversitelerde çeşitli görüşmeler yapacak ve bu görüşmeler dört adayın belirlenmesi sırasında göz önünde tutulacaktı.
Her nedense bu süreç pek işe yaramadı; Doğramacı halen yürürlükte olan değişikliği önerdi ve başkanlıktan ayrıldı.
Bu arada şunu da eklemek isterim. 1970’lerin sonlarında yani YÖK’ten epeyce önce BÜ tarafından fahri doktora verilen Doğramacı, mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada “Rektör seçiminde yalnız öğretim üyeleri değil, idari çalışanlar, hatta bahçıvanlar bile oy vermelidir!” demişti!    

ÖMÜR AKYÜZ Emekli Öğretim Üyesi- Boğaziçi Üniversitesi



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları