Olaylar Ve Görüşler

Nüfusun dönüşümü

02 Eylül 2016 Cuma

İnsan nüfusu bir milyar seviyesine ancak 19. yüzyılda ulaşabilmiştir. Bu durumda salgın hastalıkları nedeniyle ölümlerin, kıtlıkların, savaşların, bebek ölümlerinin çok büyük payı olmuştur.

20. yüzyıla kadar dünya üzerinde bir bebeğin ortalama yaşam ömrü 30-40’lı yaşları aşamıyordu. Nüfus dönüşümün ilk evresinde insan dünya üzerindeki varlığını, yüksek ölümlere karşılık, yüksek sayıda doğumlarla koruyordu ve çok doğum yaparak, ileri yaşlara ulaşabilecek olan çocuk sayısı ihtimalini arttırmaya çalışıyordu. Doğaldır ki, tarih boyunca dönüşümün ilk evresi diyebileceğimiz on binlerce yıllık bu süreçte üretim biçimleri, ilkel tarım ekonomisi, savaşlar, kırsal yaşam, kadının statüsünün düşük olması, doğurganlığın sosyal belirleyicileri arasında yer almıştır. Din ve milliyet kavramları da iktidar sahiplerinin yardımına yetişmiş ve nüfusun arttırılması, kutsal kavramların arkasına saklanmıştır.

Nüfus artışı
Ölüm ve doğum istatistikleri sayesinde, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinde nüfusun dönüşümü izlenebilmektedir.
Bu ülkelerde, sanayi devriminin, aydınlanmanın ve mikrop devrimi ile birlikte hastalıkların nedenlerinin ve korunma yöntemlerinin bilimsel olarak çözülmeye başlaması ile erken yaştaki ölümler azalmıştır. Aynı dönemde doğum hızlarının yüksek seviyede kalması nedeniyle, ölüm sayısı ile doğum sayısı arasındaki fark, nüfus artışına neden olmuştur.

Dönüşümün ikinci evresi
20. yüzyılın başında 1.5 milyarlarda olan dünya nüfusu, sonunda 7 milyara dayanmıştır.
Dönüşümünün ikinci evresinde ölümlerin azalması ile nüfus artışı görülmüş ve daha sonra doğumların da azalmasıyla nüfus ve ölüm hızları düşük seviyede dengeye kavuşmuştur.
Dönüşümün son evresine gelen ülkelerde, yaşam beklentileri 80’li yıllara ulaşmış, enfeksiyon hastalıklarına bağlı ölümler azalmış, bebek ölümleri azalmış ve kronik hastalıklar ve kanserler en önemli ölüm edeni haline gelmiştir.

İdeal çocuk sayısı
Nüfus dönüşümünün bu son evresinde bebek ve çocuk ölümleri gibi erken yaşta ölümler çok azaldığı için ideal çocuk sayısına ulaşılmış ve daha az doğum yapılmaya başlanmıştır. Modern aile planlaması yöntemleri bu süreci hızlandırmıştır. Sanayileşme, modernleşme, kentleşme, eğitim, kadının statüsünün yükselmesi, kadının iş hayatına katılması, çocuğun işgücüne katılımının azalması ve çocuğun nitelikli yatırım yapılan bir konuma yükselmesi, çiftlerin çocuk taleplerini azaltan sosyal belirleyicilerdendir. İşte doğum ve ölüm hızlarının yüksek olduğu seviyeden düşük olduğu seviyeye indiği ve aradaki süreçte nüfus artışının görüldüğü olaya nüfusun dönüşümü (demografik dönüşüm) diyoruz.
Dünya üzerinde tüm ülkeler nüfusun dönüşümü teorisindeki Batı ülkelerinin gösterdiği eğilimi izlemektedir. Bu durum ülkelerin siyasal sistemlerinden, dinlerinden tamamen bağımsızdır.
Ancak ülkenin ekonomik durumu, yüksek bebek ve çocuk ölümü, sağlık hizmetlerinin durumu, sosyal koşullar, ülkede savaş olup olmaması, siyasi istikrarsızlıklar, kadınların sosyal statüsü ve diğer temel sosyal belirleyicilerle orantılı olarak doğurganlık hızları yükselmektedir.

Doğurganlık ve söz hakkı
Doğurganlık hızlarının düşme eğilimine girdiği hiçbir toplumda yukarıdaki koşullar olmadan, doğum hızları tekrar yükselmemektedir. Buna Müslüman ülkeler de dahildir. Yani dünyada kimse Müslümanlık gereğidir diye çok doğum yapmıyor.
Bizim toplumumuzda bu sözlere inananların olması, dünyayı tanımamalarından kaynaklanmaktadır. Konuyu merak edenler, Hans Rosling’in “Religions and babies” isimli sunumunu izleyebilirler. (https://www.gapminder.org/ videos/)
Son olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanın doğurganlığı üzerinde söz hakkı vardır; çocuk doğurmak vazgeçilmez bir kader değildir.
Tıpkı, vebadan, çiçekten, koleradan ölmenin kader olmadığı ve hiçbir hastalığın tanrıların cezası olmadığı gibi...  

Doç. Dr. COŞKUN BAKAR
Halk Sağlığı Uzmanı
Çanakkale Onsekiz Mart Üniv.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları