Olaylar Ve Görüşler

Kayıplar ve kaosumuz

27 Ocak 2016 Çarşamba

Diyarbakır’da bir baba 9 Eylül Üniversitesi Kampusu’nda bıraktığı oğlunun cesedini, Sur’daki hendekten alabilmek için bekliyordu ve ‘‘Buradaki evlatlar da İstanbul’dakiler kadar kıymetli. Bunu nasıl anlatsak’’ diye haykırıyordu. Bu baba sesini herkese duyuramadı... Ancak, çok geçmeden Türkiye bir başka ‘‘evlat acısı’’ ile derin duygudaşlık kurdu, Rahmi Koç’un evlat acısı ile...

Amacım tabii ki zenginfakir, ünlü -ünsüz olayına girmek değil, evrensel senaryolara bir tık dikkat çekmek. Olayların hızından belki ıskalayabiliriz ama bir devir kapanıyor: Bakalorya almak için gönderildiğimiz dünya evrim programları devrini kapatıyor. Yerine evrensel, bütünlükçü, barışçıl bir programın gelmesi amaçlanıyor. Tabii yaşananlara bakınca barış bunun neresinde diyorsunuz ama her doğum sancılı olur malum...
Nereden mi biliyorum? Toplumsal olayları evrensel öğretilerle buluşturduğunuzda tablo biraz daha netleşiyor. İnsanlık varoluşundan bu yana sınırsız acılarla ve olaylarla sınanmış kuşkusuz ama bugün süregelen ‘‘kaos’’ bir başka kaos. O kadar ki, Davos’un gündeminde bile ‘‘kaos, kalp, ruh’’ kavramları yer almaya, insanın varoluşu tartışılmaya başlandı... Yaşanan kaos bize kalbi, ruhu ve ötesini düşündürmek durumunda bırakıyor.

Barış isteyenler
Yılın son günü ‘‘barış isteyen’’ 106 kişi olarak Diyarbakır’a gitmiştik. Hiçbir şeye yaramasa da ‘’Bizi unuttunuz, ölüme ve açlığa terk ettiniz’’ çığlıklarına karşı bir hatır gönül almaydı niyet. En azından, benimki o kadardı. Bir dokunup bin ah işitmek... Dokunabildiklerimize dokunduk, duyabildiğimiz kadarını duyduk. Duyduklarımız içinde beni en çok etkileyen acıların insanları ozanlaştırmış olmasıydı.
Evlat acısıyla yanan ana ve babalar uzun uzun, hiç teklemeden, çok iyi bir Türkçe ve ezberlenmemiş kavramlarla dile getirdiler duygularını. Bu denli iyi bir Türkçe ile etkili konuşmayı çok uzun süredir parlamentoda da, gittiğim sanat etkinliklerinde de duymamıştım. Dokuz Eylül Felsefe Bölümü’nde bıraktığı oğlunun cesedini alabilmek için Sur kapısında beklemek insanı da, isyanı da, Türkçeyi de bu kadar inceltebiliyordu demek...

Koç’un vefatı…
Geçen günlerde bir başka evlat için üzüldük, düşündük. Mustafa Koç’un ani ölümü hemen hemen herkesi üzdü. Sadece fotoğraflarından tanıdığımız bir adam için gerçekten üzüldük. Demek ki hak etmiş, demek ki kalp kırmamış, demek ki gülüşü ile herkesi kucaklamış... Tanışmamıştım ancak çok iyi tanıyan bir arkadaşıma sordum. ‘‘Özünde sınıfsızdı. Seçim hakkı olsaydı, Bostancı Oto Sanayi’de bir sandalye koyup bütün gün oturabilirdi’’ dedi.
Her ünlü ölümünün ardından olduğu gibi günlerdir hemen her köşede onu anlatan, başarılarını ve iyiliğini dillendiren yazılar yazıldı. Koç ailesinin sanatsal yatırımlarının altı çizildi. Ben bu burjuvalık meselesine ikna olmayanlardanım. Güzel evler, rafine mobilyalar, varaklar, tırnaklar, sayısı az da olsa kütüphaneler, sanata yatırım yapmak, koleksiyonerlik, (Thomas Piketty, bu meseleyi gayrimenkulün yatırım aracı olmaktan çıkmasının getirdiği çaresizlikle resme yönelmek olarak kabul ediyor ve bunun da hiçbir şekilde geri dönüşü olmayacağını iddia ediyor.) peyzaj mimarisi ile tasarlanmış bahçeler, kültüre düşkünlüğü ve kütüphanesi ile ünlü zenginlerimizin Nahit Sırrı Örik ile yeni tanışması falan...
Özetle, gerçek bir burjuva sınıfından bahsetmemiz zor belki; ancak burjuva ailelerin varlığından dem vurabiliriz. Koç ailesi tüm yatırımları ile bunların en önde gelenlerinden kuşkusuz ama temelde hâlâ bir sorun var sanki... Yoksa ailenin unvanlara, okullara tenezzül etmeyen son derece sade ölüm ilanında “babası” yerine “babaları” yazar mıydı?

AYÇA ATİKOĞLU
Gazeteci-Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları