Olaylar Ve Görüşler

‘Kanın Sesini Susturmak’

21 Ocak 2015 Çarşamba

İfade Özgürlüğünün Neresindesiniz?

Yapılan yayını anlamaya dahi çalışmadan Cumhuriyet’i suçlayanların durup düşünmesi hakkaniyet gereğidir.

Charlie Hebdo katliamının doğurduğu acıyı paylaşmak, teröre karşı durmak ve ifade özgürlüğünün temel bir insan hakkı olduğunu bir kez daha hatırlatmak için bir yayın yaptık. O yayınımızdan bu yana çok yoğun bir nefret kampanyasının odağındayız. Ne yazık ki önce Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı bu kampanyaya katılmaktan geri durmadılar. Yayınımızı gördüklerinden bile emin değiliz, fakat şunu iddia ediyorlar: “Hakaret ettiler, suç işlediler”. Bu iddiayı asla kabul etmiyor, fakat iddia sahiplerinin saiklerini anlıyoruz. Halkımızın dinsel duygularına seslenmek ülkemizdeki sağ siyaset için köklü bir gelenektir ve çoğu zaman kazançlıdır.
Ama bu haksız suçlamalara karşı, demokrasi ve ifade özgürlüğüne vurgu yapmak yerine bizi ayıplayan, kınayan ya da sessiz kalmayı yeğleyen bazı dostlarımızı anlamakta güçlük çekiyoruz. “Bu yayının zamanı mı” diyorlar. Oysa Türkiye’nin bağlı olduğu hukuk kurallarına göre bu kuralların belirlediği sınırlar içinde olduğu kuşkusuz bir yayın için şimdi harekete geçmezseniz, o beklediğiniz zaman asla gelmeyecek.
Bizim için bu yayın köklü ve saygın bir gazetecilik geleneğinin, her gün bir yenisini eklemeye çalıştığımız bir halkasından başka bir şey değil. Patronsuz, gücünü sadece okurundan alan, bu yönleriyle ayrıksı bir gazetenin olağan pratiği. Sevgiyle andığımız Mumcu’lara, Aksoy’lara, Üçok’lara, Kışlalı’lara, Kutlar’lara uzanmadan, sadece son bir yılımızdan örnek versek dahi yeterli olmalı:
Geçen yıl, 17-25 Aralık Soruşturması, MİT TIR’ları olayı, Dışişleri Dinlemesi, Musul Konsolosluk Baskını, Yüksekova Suikastı Soruşturması ve Meclis Soruşturma Komisyonu çalışmaları için verilmiş, halkın ifade özgürlüğünü hiçe sayan yayın yasaklarının tümüne birden inatla itiraz eden Cumhuriyet’tir. Yüksekova Suikastı’yla ilgili yayın yasağı, itirazımız üzerine kaldırılmıştır. Bu korkunç suikastın üzerindeki sır perdesi belki de bu sayede aralanacaktır.
Yayın yasaklarıyla ilgili itirazlarımızın diğerleri sonuçsuz kalınca, bunların çoğunu bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne taşıdık. Türkiye’de basının üzerine son bir yıldır kâbus gibi çöken, erişimin engellenmesi ile cevap ve düzeltme kararlarını, saygın akademisyenlerin danışmanlığında Anayasa Mahkemesi’ne taşıyan gazete de Cumhuriyet oldu. Yüksek mahkemenin bu başvurular üzerine vereceği kararlar, Türkiye’nin ifade özgürlüğü rejimini yeniden belirleme potansiyeli taşımaktadır. Umudumuz bu yöndedir.
Gazetecilik yapıyorsanız, sansür söz konusu olduğunda “itaatsizliği” de göze almak zorundasınız. Dört bakana ilişkin Meclis soruşturmasının halkın gözünden kaçırılması anlamına gelecek yayın yasağı kararı duyurulduğu an bu “sansür”e uymayacağını ilan eden ve yayınlarını devam ettiren de Cumhuriyet’tir.
Her bir yurttaşı doğrudan ilgilendiren, Süleyman Şah Türbesi’nin bombalanmasının konuşulduğu Dışişleri Dinlemesi’ni yayımlayan ve bu nedenle yazıişleri sorumluları ağır ceza mahkemesinde yargılanan gazete de Cumhuriyet’tir. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ifade özgürlüğünü güçlendiren beraat kararı böylece ortaya çıkmıştır.
Gazetemiz, yazarlarımız ve muhabirlerimiz aleyhine açılan sayısız tazminat ve ceza davasına, Başbakanlık’a bağlı Basın İlan Kurumu’nun yayınlarımız nedeniyle verdiği ilan kesme cezalarına karşı verdiğimiz mücadeleler ise sıradan olaylar.
İfade özgürlüğüne ilişkin her olay bizim için başlıca bir yayın konusudur. Cumhuriyet’in haber ve yorumlarında yer bulması esastır. Şuna inanıyoruz: “Gerçeğin ışığı düşüncelerin çarpışmasından doğar.”
Bu nedenlerle “ifade özgürlüğünün neresindesiniz” sorusu sorulduğunda, gazetemizin yeri bellidir. Fransa’daki katliama karşı yaptığımız yayın bu anlayışın dolaysız bir sonucudur. Yaptığımız yayını anlamaya dahi çalışmadan bizi suçlayanların durup düşünmesi hakkaniyet gereğidir.
Bizi eleştirenlerden başladık, desteğini, dayanışmasını eksik etmeyen dostlarımızla bitirelim. İfade özgürlüğünü hayatının bir parçası olarak gören, tüm okurlarımız ve dostlarımız koşulsuz, çekincesiz yanımızda duruyorlar. Bunun değeri ölçülemez.

TORA PEKİN Avukat 

_

'Kanın sesini susturmak'

Ricoeur’ün “haklı bellek” tartışmasında söylediği gibi, “bir yerde fazlasıyla hatırlamaya mecbur bırakılanlara, başka yerde fazlasıyla unutmanın eşlik etmesinden kaynaklanan kaygı verici bir manzara” içinde, bu cinayetleri aydınlatmakla yükümlü olanlar susmaya, kan ise hakkını aramaya devam ediyor.

“...Allah’ın sözü diyor ki: İnsanlar sussa, kan hakkını arar. Adalet yerine oturmadıkça, kanın sesi susmaz. Ne şimdi, ne de gelecekte, ne de geçmişteki kanlar.. hiçbiri susmaz.” Rakel Dink’in bu sözleri, Hrant Dink’in katledilişinin sekizinci yılında da bize değişmeyen gerçekliği söylemeye devam ediyor. Türkiye’de, Hrant Dink, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, Sabahattin Ali, İlhan Erdost, Musa Anter, Metin Göktepe, Kemal Türkler, Doğan Öz, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Metin Lokumcu ve katledilen, kaybedilen diğer insanların kan sesleri susmuyor. Zira bu cinayetler, aradan geçen bunca zamana karşın aydınlatılmıyor. Bilinen gerçeklerin de üstü örtülmeye çalışılıyor. Soruşturma ve kovuşturma aşamasından, yargı aşamasına kadar tüm süreçlerde, tarafsız, adil bir yargının gerekleri bütünüyle ihlal ediliyor.
Açılan davalar, zamanaşımına uğratılıyor. Cezasızlık kültürü oluşturuluyor, sorumluluğu olan idari yetkililer ile kolluk görevlileri cezalandırılmıyor. Adalet, “halen yerine oturmayı” bekliyor. Ricoeur’ün “haklı bellek” tartışmasında söylediği gibi, “bir yerde fazlasıyla hatırlamaya mecbur bırakılanlara, başka yerde fazlasıyla unutmanın eşlik etmesinden kaynaklanan kaygı verici bir manzara” içinde, bu cinayetleri aydınlatmakla yükümlü olanlar susmaya, kan ise hakkını aramaya devam ediyor.
Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden geçen sekiz yıllık süreç içerisinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Hrant Dink’e yönelik olarak cinayet öncesi açık ve yakın tehlike olduğunu, kamu görevlilerinin bundan haberdar olduklarını yahut haberdar olabilecek bir noktada bulunduklarını; ancak Trabzon İl Emniyet, Trabzon İl Jandarma ve İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlilerinin organize ya da bağımsız şekilde bu cinayetin önüne geçmek üzere operasyon yapmadıklarını ve tedbir almadıklarını karara bağlamış bulunuyor.

***

14 Eylül 2010 tarihinde yayımlanan kararında mahkeme, bu gerekçelerle Türkiye’yi, yaşam hakkını ve ifade özgürlüğünü ihlal etmekten, etkin başvuru hakkını kısıtlamaktan oybirliğiyle mahkûm etmiş bulunuyor. Türkiye Dışişleri Bakanlığı kararın ardından yaptığı açıklamada, hükümetin, Dink kararı hükümlerinin uygulanmasına yönelik çalışmaları yapacağını ve gelecekte benzer ihlallerin tekrarının önlenmesi için mümkün olan her önlemi alacağını beyan ve taahhüt ediyor. Ancak bu taahhüt, halen yerine getirilmeyi bekliyor; üstelik süreç tam tersi yönünde, bu cinayetlerin artarak devam etmesi şeklinde ilerliyor.
AİHM’nin kararının ardından Anayasa Mahkemesi, adı geçen şahısların soruşturulması gerektiğine dair bir karar oluşturuyor. Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi de aynı şekilde, AİHM’deki ihlal kararı dikkate alınarak kusurlu ve sorumlu oldukları belirtilen kişiler soruşturulmalıdır yönünde bir karar veriyor.
Gelinen noktada; Yargıtay’dan dönen davanın yeniden görülmeye başlanması bekleniyor. Cinayetin üstünden sekiz yıl geçmiş olmasına karşın ancak şimdi adı geçen devlet görevlilerinin ilk kez şüpheli sıfatıyla ifadelerinin alınabilmesinin olanağı doğuyor. Savcı ilk kez soruşturmaya, cinayette ihmalleri, dolaylı ya da doğrudan sorumlulukları olduğunu iddia ettiği kamu görevlilerini şüpheli sıfatıyla dahil ediyor.

***

Bu kapsamda, cinayetin işlendiği dönemde Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bir emniyet amiri ve bir polis memuru tutuklanıyor. Halen Cizre Emniyet Müdürü olan şahıs hakkında da yakalama kararı çıkarılıyor. Başlangıç olması anlamında bu durum bile önem taşıyor. Ancak, cinayetin faili Ogün Samast’ın tanık sıfatıyla verdiği ifadesinde, cinayetle ilgili olarak Gülen Cemaati’ne yakın polisleri işaret etmiş olması, davanın iktidar partisi ile cemaat arasındaki siyasi çekişmenin gölgesinde bırakılmak istendiği yönündeki kaygıları artırıyor.

***

Ünlü hukukçu Bahri Savcı, yaşam hakkı başlıklı makalesinde, insanın klasik üç yönünü tanımlar ve devletin yaşam hakkı kapsamında yerine getirmesi gerekli ödev ve görevlerini sayar. Savcı’nın dediği şudur: İnsan önce biyolojik bir varlıktır, onun biyolojik bir yönü vardır. Sonra, insan entelektüel bir varlıktır, onun bu yönde de gelişmesi gerekir. Ve insan moral bir varlıktır. İnsansal işlevi gereği bu yönde de gelişmesi gerekir. İnsanın işlevi, her üç yönde birlikte, aynı zamanda, eşit ölçülerde gelişmektir. Ancak bu durumda insan, onuruna layık olarak var olabilir. İnsan özgürlüğünün ilk somutlaşması olan yaşam hakkı bu nedenle en anlamlı ve önemli haktır; devlete ağır, ciddi ve çift yüzlü bir işlev yükler. Bu işlev, devletin yaşatmacılık ödevi/ görevini oluşturur ve yaşam hakkının korunmasının kapsamını tanımlar. Bu işlevi gereğince devletin, yaşamın bozulmaması için bir güvence örgütlenmesi kurmak; yaşamın gerçekleşmesi için ona elverişli bir ekonomik, sosyal düzen önlemleri almak ve bu önlemlerle yaşamı, -bizzat devlet olaraksağlamak görevi vardır. Dolayısıyla devlet önce, her bireyin dünyaya yaşar ve yaşayacak durumda gelmesini sağlamak; sonra bireyi, her yönden gelecek tehditlerden koruyacak şekilde örgütlenmek yükümlülüğü vardır.

***

Devlet, öyle bir toplumsal örgütlenmeye kavuşmalıdır ki onun içinde bireyin bedensel ve toplumsal bütünlüğü tümden ya da bir bölümü ile bozulmamalıdır. Birey, kendisinden, bir başkasından veya gruplardan veya devletten gelecek her türlü tehdit ve tehlikeye karşı korunmalı, bedensel bütünlüğüne fiili yollarla müdahale olmamalıdır.
İşte AHİM, Hrant Dink kararında, devletin bu yaşatmacılık ödevi ve görevini yerine getirmediğini, yaşamı korumadığını saptamış bulunuyor. Zira, “yaşamın korunması, bizzat kendisi kadar önemlidir. Korunması sağlanmamış bir yaşam hakkı, su üzerine resim çizmeye eşit bir anlamsızlıktır.” Bu anlamsızlıktan kurtulmak, ancak “adaletin yerine oturmasını” sağlamak ve “kanın sesini susturmak” ile mümkün. Bu hepimizin görevi...  

NEVAL OĞAN BALKIZ Hukukçu/Akademisyen



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları