Olaylar Ve Görüşler

İçimize Hiç Sinmeyen Şeyler

04 Nisan 2015 Cumartesi

Türkiye ekonomisinin hâlâ güçlü olduğu söyleniyor. Ama yavaşlayan büyüme hızı ve 2015 büyüme ta hmininde enflasyonun payı olduğunu unutmamak gerekir. Büyümenin motoru olan sınai büyüme hâlâ inşaat sanayiinin çekici gücüne bağlı. Yani hafriyat ve çimento karma kamyonlarına takılmış gidiyor.
Evet, Dünya Bankası’nın son raporunda Türkiye’de yoksulluğun son on yılın en düşük düzeyine ulaştığı açıklandı. Ama şimdi de Suriye’den gelen mülteci dalgasının yoksulluğu ile birlikte yaşamak zorunda Türkiye.

‘Ama’sı var
Petrol fiyatlarındaki gerilemeyle düşme eğilimine giren bir enflasyon varmış gibi gözüküyor. Ama hem petrol inişli çıkışlı, hem de zaten siyasi kurşunu spekülasyon silahına süren açıklamaların zıplattığı dolar kuru, bu avantajı yok etmiş durumda.
Doları patlatan sert siyasi müdahalelerden belli ki bir ekonomik ve siyasi rant umuluyor.
Belki de “biz öyle kalıcıyız ki, bozulan ekonomi bile bizi devirmeye yetmez” havası yaratmak isteniyor. Tabii bir ihtimal de “bundan sonrası zaten tufan. Bir tekme de ben atayım, düzeltebilirse gelen düzeltsin, düzeltemezse, gelenin gidişi hazin, bizim yeniden gelmemiz ise yine zafer olur” düşüncesi var. Her iki yaklaşımın da hunharlığı, hiçbir devlet yönetimi anlayışı ile bağdaşmaz.
Dolar kuru geçen yılın bu dönemine göre yüzde 12-15 yükselmiş durumda. Bunun yarattığı en önemli başarı, cari işlemler açığının GSYİH içindeki payını düşürmek.
Ama aşınan Türk Lirası’na rağmen ihracat artmıyor. Bunda ticaret ortaklarımızın daralan alım gücü, dünyaya sunduğumuz malların yeterli cazibesinin olmaması, rakiplerimizin bu açıdan sahip olduğu piyasa kapma üstünlüğü ve jeopolitik konjonktürün hedef pazarlarda yarattığı sıkıntının etkisi var. Bu gidişle ulusal paraya, büyük zorluklar ve özenle kazandırılmış olan güvenin arkasından el sallayabiliriz. Yeni bir dolarizasyon dalgası en önemli tehlike.
Yükselen kur, dolar borçlarını ve ithal maliyetlerini artırarak, olumlu görülen tek tabloyu tahrip ediyor. Ama gün dolar spekülatörlerinin.
Yaratılan tedirgin ortam, üstelik kısa ve uzun dönemli yatırımları kaçırma istidadında. Cazip ve güvenli piyasalar var. Brezilya, Hindistan, hatta İran yatırımcının gittiği veya gitmeye hazırlandığı yönler. Tabii en güvenli piyasa ABD. ABD düzeldikçe, zaten tüm piyasalar belli bir yatırım kaçışı beklemeli. Türkiye bundan istisna olamaz.

Merkez Bankası’nın hesap verebilirliği
Sanki Merkez Bankası’nın bağımsızlığına saygı söylemleri yeniden başladı. Ama kişisel siyasi vesayet ile gelen müdahalenin yarattığı kurumsal yıpratma çabasına hepimiz tanığız.
Hangi ülkenin Merkez Bankası başkanı bugüne kadar vatan hainliği ile itham edildi ki? Böyle bir gaflet ancak Türkiye’de oluyor. Merkez Bankası özerk ve hesap verebilen bir kurumdur. Şimdi “Türk Lirası’nın diğer ülkelere göre değer kaybının biraz daha fazla olduğu” kabul ediliyor.
Başkan, sayfalar dolusu bir raporla hesap verdi. Ama bu, kurumu yıpratmadan da yapılabilirdi.
Her müdahaleyi hak, her ağır suçlamayı olağan ve her başarısızlığı zafer gibi takdim ede ede nereye varacağız?
“Merkez Bankası, ihtiyaç duyulan tüm parasal araçlara ve araç kullanma bağımsızlığına sahip” deniyor. Ama kanamayı durduracak en önemli ilacı, ancak salavatla kullanmasına izin veriliyor.
Acil müdahalede eli serbest değil. Para politikası üzerindeki vesayet hiç bu hale gelmemişti... Demokrasiyi içimize sindirmekte bir hayli zorlandığımızın bir başka kanıtı bu.

Vaat edilen teşvikler
“Öncelikli Dönüşüm Programı” ile seçim öncesinde, “Yeni Türkiye” imajı yaratılmaya çalışılıyor. Yapısal reform ve eylem planlarında, herkese, her kesime teşvik sözü veriliyor. Ama öncelikler pek belli değil.
Üstelik teşviklerin öncelik listesinde kimler var? Sanayi üretimini destekleyecek, istihdamı ve büyümeyi hızlandıracak paketler üzerinde çalışıldığı konuşuluyor.
Ne zaman, seçime ne kadar yakın açıklanacak bu paketler? Kimlere gümüş tepside ne sunulacak? Seçim ekonomisi atmosferinde, büyüme ve kalkınmayı ulufeye bağlamak iyi olur mu? Evet, katma değeri yüksek ve bilgi yoğun üretimden söz ediliyor.
Ama tarım ve hayvancılıkta düşen verimlilik nasıl telafi edilecek? Bunca sene neden gereken yapılmadı sorularının ise hâlâ cevabı verilmiş değil.

Prof. Dr. SEMA KALAYCIOĞLU

---

Mobbing Kalınlaştığı Yerden Kopar
Uzun zamandır görüşemediğim bir meslektaşımla Kızılay’da geçenlerde karşılaştım. Yolda, dalgın dalgın yürüyordu. Bana ilginç şeyler anlattı. Yüzüm kızardı. Üniversitede psikolojik tacize (mobbing) uğramış.

Üniversitede mobbing
Hakkında estek köstek soruşturmalar açılıyormuş. Bağımsız yargı her defasında bizim arkadaşı “esastan” haklı bulmuş. Hukuksuzluk ve idari despotizm ile uyum içinde olamayacağını bildiğim, başarılı bir akademisyen olduğuna da inandığım ve kendisini de çok yakından tanıdığım arkadaşımın, en son olarak personel sicili ile oynanmasına karar verilmiş. Onu da yargıya götüreceğini söyledi...
Bir temmuz gecesinde, (pat diye...) ilgisiz ancak yetkili ve uzaktan kumandalı gizli eller marifetiyle...
Durumuna çok üzüldüm. Aslında üzüldüğüm nokta, toplumun kaymak tabakası olduğu söylenen üniversite yönetimlerinin, hukuk tanımaz (bilmez) haliydi içimi burkan!..
Öyle yaa... kendi içinde demokratik hukuk devleti kriterlerini yerine getirememiş kuru(a)msal bir zihniyetin topluma örnek olması nasıl beklenirdi?..

YÖK ne yapmalı?
Aslında YÖK Başkanlığı, akademik kadro ve idari görevlendirme atamalarında, uluslararası yayın yapma yanında, mobbing suçunu işleyenlere ve mağdurlarına da yeni bir notlama sistemi getirmeli ve yeni yönetmeliksel düzenlemelere gidilmelidir diye düşünüyorum.
İntihal konusunda bu kadar hassas olan YÖK’ün, mobbing konusuna da bir açılım getirmesi gerekir.
Toplumdaki demokratik açılımlardan, askeriyemizin, kamu kuruluşlarının nasibini aldığı bir dönemde daha şeffaf , demokratik bir toplum ve yönetimleri ortaya çıkarken, insanın aklına, “başkalaşmamış” ancak zihniyet dönüşümlerine paralel olarak da bu değişiklikler keşke içselleştirilebilseydi düşüncesi geliyor...
Umarım o da olur. Kompleksler törpülenir. Kurumsal bir özeleştiri evresine gireriz... Çifte standartlarımızla ikircikli düşünce dünyası ile yüzleşme imkânını bulabiliriz.
Mobbing, Türkçemize, “yıldır kaçır” veya “bezdir” olarak girdi. Ceza kanununda da yerini aldı. Asliye hukuk ve ceza mahkemeleri konuya el atmışlar. Sevindirici bir gelişme...
İdare mahkemeleri, devlet mobbing yapmaz doktrininde, ancak kardeş yargıdan ve savcılıktan gelen dava sonuçlarını da “devlet içinde mobbingci var” diyerek işleme alıyor ve sorumlu ve sorunlu personelden ve bayrak yarışçılarından devlet adına hesap soruyor... Darbe indiriyor...
Mobbing bir psikolojik taciz şekli olarak (kibar işten çıkartma aracı olarak), idarece keşfedilmiş bir yöntem de olsa, akıllıca yapılmadığı takdirde, “görevi ihmal ve kötüye kullanma” suçlarını da kapsamı altına alıyor.

Toplu mobbing
Üniversite idarelerinin, “mühür bende... ben yaptım oldu” diyerek, elden kerhen imza toplayarak, fiilleştirmeye çalıştığı, mesnetsiz, belgesiz, fakülte yönetim kurulu kararlarını, sözde bölüm kararlarını ve cinliklerini artık hâkimlerimiz yemiyor. Bunun adına da idari takdir veya özerklik demiyor. Bunun adına “toplu mobbing” diyor.
Hukuktan, yargıdan bunalan ve azat olmak isteyen mobbingciler, bakalım hukuku arkadan dolanmak için daha nasıl, kerameti kendinden menkul cinlikler ve ara formüller üretecek ve şapkadan tavşan çıkarmaya devam edecek... Göreceğiz.
Belki de zaman onlara, yargıyla akıl yarışına ve bilek güreşine girilmeyeceğini bir kez daha hatırlatacak.

İnsanlık suçu
Mobbing, bir nefret ve insanlık suçudur. Hiçbir akademisyene yakıştıramam. Arkadaşıma en son şu soruyu da sordum. İşyerindeki meslektaş hocalar bu duruma ne diyor?
Cevabı: Hayret vericiydi. “Üç maymunu oynuyorlar” dedi.
Bu dürüst arkadaşımı yanaklarından öptüm. Kendisiyle gurur duyduğumu söyledim.
Kendisine, Takma kafana... “Zulüm” (mobbing) kalınlaştığı yerden, “hukuk”, inceltildiği yerden kopar” dedim. Hukukun bir gün gelip üniversite dükalıklarına da lazım olacağını hatırlatmak isterim.
Mobbing ceberutluğunun olduğu yerde bilimsel özerklik ve farklılıktan da söz edilemez. Bindiğimiz dalı keseriz. Bilimsel performansı da negatif yönde etkileyen bir süreçtir. Dolayısıyla, kamusal zarar ve üretim kayıpları yaratır. Öte yandan mağdurun psikolojisini, iş hayatını ve aile düzenini bozucu etkileri de cabası...
Mobbing olgusunun, kamuoyuna iyi algılatılması gerekir.
Haa... o da mı olmadı?
Akademisyenden idari yönetici olamıyorsa; nasıl ki, şoförlük ve temizlik hizmetlerinin özelleştiği gibi, dışarıdan profesyonel hizmet desteği alınır ve üniversitelerimiz, idari açıdan bağımsız ve hukuka saygılı profesyonel yöneticiler ile yönetilir...
Bilimin içine de mobbing sokmazlarsa eğer...
Akademisyenleri de bilimsel faaliyetlerinden sorumlu tutar... Onları azat ve “özerk”! eyleriz...
TAHİR ÇALGÜNER
Gazi Ü. Ögrt. El.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları