Hikmet Çetinkaya

‘Anne, ölüme mahkûm edildim... ’

11 Aralık 2016 Pazar

Düşsel bir yolculuğa çıkmış, kırık dökük anılar topluyordum...
Sokaklar benim içimde; sokaklar fırtına öncesi sessizliğindeydi.
Gözlerin bir zamanın resmini ararken, gözlerinden mavilerin tümü uçup gitti, siyaha dönüştü...
Sabahın alacası yalnızlığı taşıdı içime.
Çocuklar üşüyordu, hava buz gibi soğuktu...
Dünya kayasının yosunlu yamacı üzerinde, ölmek üzere olan bir kuş anlıyordu beni.
Kırmızı toprak saksıdaki çiçek değişiyordu, ben eşikten uzaklaşırken.
Zamanın o bilinmeyen diliminde Adonis’le koşuyordum, köle pazarlarında onunla birlikte dolaşıyordum...
Canım sıkılıyordu... İçimdeki sıkıntı giderek çoğalıyordu...
Bir başka çocuk bilinmeyen bir kentin sokaklarında, ağaçların altında koşturuyordu.
O anda yükselen bir ses, bir uğultu ve tükenmek bilmeyen isteklerim, umutlarım, tutkularım beyaz bir sayfanın içine düşüyordu.
Diyordum ki:
“Çocukluğum yeniden doğuyor
ışığın ellerinde aralıksız
adını bilmiyorum ben
ama o ışıktı bana ad veren...”
İçimde benim sokaklar, içimdeydi o büyümeyen çocuk...
Aşk ve düş parantezleri arasında bedenini ortaya koyan kadın, kırmızı bir güneşi yakalamaya çalışıyordu.
Belki Prag’da sisler içinde yürüyor ya da Paris metrosunda oyalanıyordum...
Belki dünyanın başka kentlerinde, sömürgelik yaşamış kentlerde...
İçimdeki o çocuk ağlıyordu...
Ben onu avutmaya çalışıyordum.
Bir kadına rastladım, kentin adı Prag...
Franz Carl Weiskopf’u sordum, derin gözlerine gömdü beni ve güldü...
O anda geldi aklıma beni düşündüren şiir...
Barış ve savaş...
Hayat ve ölüm...

***

Ben Prag, Varşova, Halep, Bağdat, Tunus, Berlin, Paris sokaklarında dolaşıyorum...
İlkyazı yaşıyorum oralarda...
Oysa kış...
Nasıl olsa düşsel yolculuğa çıkmışım.
Uçurtmalarını mavi göklere salan çocuklarla konuşuyor, şarkılar söylüyorum.
Bir gece yarısı Prag’da, kör, gitar çalan, yaşlı adamla sarhoş oluyorum...
O şarkıyı söylüyor, ben ona eşlik ediyorum.
Ben ağlıyorum, içimdeki çocuk ağlıyor.
Gitarın tellerinden sesleniyor bana.
Sanki Weiskopf, gitarın tellerinde sesleniyor, Prag’da Julis Fucuk’le buluşup annesinin yanağına bir öpücük konduruyor.
“Anne, ölüme mahkûm edildim.
Görüyorsun,
Onlar bana silah verdiler,
Kardeşlerime ateş etmem için.
Ve ne de olsa aynı yaşam
Ben de,
Onlar da.
Onlara yarın ateş edeceğim.”
Gövdenin yanındaki gövde, ayaklar, kollar ve eller.
Maviler kaçmasın gözlerinden ne olursun diren! Çoğalsın maviler hep, griye, kahverengiye, siyaha dönmesin, diren.
“Anne,
İnsan ölüme mahkûm edildi:
Savaş tutuşturdu evreni...”

Düşsel yolculuğum İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik ruhu, esir kampları...
Günümüzde vahşi kapitalizm ve emperyalizm.
Eski bir sayfaya dalıp kalmışım bir güneşli kış sabahında.
Yazılanlara baktım, anılar denizine yelken açtım.
Hırçındın, öfke ırmağı gibiydin, rüzgârdın, poyraz, karayel...
Sesini duydum...
“Erkekler mezarlarından kalkıyor
Kanlı ölümüne yorgun
Ve arkalarında duruyor savaş.
Ruhları parça parça,
Gövdeleri yaşlı.
Her şey soğuk
Hâlâ çepeçevre Ama barış!”

***

Düşsel yolculuğumun sonuna geldim...
Az sonra perde kapanacak, ışıklar yanacak...
Bir resim beni savaş yıllarına taşır... Bir resim beni rüzgârların, yağmurun, karın altında bırakır...
Julis Fucuk’le düşlerimde sohbet ederken, Weiskopf’un dizeleri benim hiç bitmeyen sesim, soluğumdur:
“Söyle arkadaş gök mavi mi?
Mavidir örsteki çelik bak

Arkadaş!
Söyle arkadaş var mı bahar yeli?
Dışarıda ağaçlar sakat
Yeşil toz altında.
Söyle arkadaş, çiçek açacak mı gelincik yakında?
Geç kalırsan arkadaş, soğuyacak
Demir/Tavında...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları