Hikmet Altınkaynak

Tedirgin Zamanlar

20 Şubat 2014 Perşembe

Gezi eylemlerinin kendiliğinden ortaya çıkışını J.P. Sartre (1905-1980), yarım yüzyıl önce öngördüğünü Uğur Kökden’in yeni kitabı “Tedirgin Zamanlar” adlı günlüğünden öğrendim. Sartre’ın boşuna Sartre olmadığını anladım.
Kökden bu üçüncü günlüğünde 1966-1988 arası 22 yılı anlatıyor. İçinde 12 Mart ve 12 Eylül’ün de olduğu, yani Türkiye’nin unutamayacağı çalkantılı dönemlerini, içinde kendinin de yer aldığı olayları bir deneme tadında bir tarih şeridi gibi irdeliyor.
Kökden günlüğüne Che Guevara’nın “Bolivya Günlüğü”nü okurken başlamış. 27 Mayıs 1968 günü için de “Barikatlar ‘mayıs’ı” demiş. Şöyle sürdürmüş: “Acaba, Fransa olaylarının arkasında bir CIA kışkırtması olabilir mi?”
“Bugüne dek” diyor J.P. Sartre, “başkaldırı hareketlerinde üç ana eğilim yaşandı: Biri Blanqui anlayışı, öbürü Lenin’in anlayışı ve sonuncu da Rosa Luxembourgun anlayışı.
“R. Luxembourg’un görüşüne göre, kitlenin kendiliğinden harekete geçmesi gerekir; böylece, partinin yazılı buyruğu olmaksızın, doğrudan kitle tarafından her aşamada yaratılan önderler öne çıkar ve sonra sahneden silinir.
“Belki de ‘kendiliğindenlik’ budur!”(*)
Şimdi bir an düşünelim. Devasa boyutlara ulaşan Gezi eylemleri de kendiliğinden olmadı mı? Yani eylemin başlama noktası Sartre’ın saptadığı R. Luxembourg yorumuyla örtüşüyor. Ama üzerinden sekiz ay geçmesine karşın sahneden silinmeyişi, pek çok protestoyla sürmesi -ki bunlar içinde, “İnternetime dokunma”, “Sansüre dur de!” eylemi var- yeni bir yorum gerektiriyor.
Böylece Sartre’ın yarım yüzyıl önce toplumsal hareketlerle ilgili tezi, Türkiye’de kanıtlanmanın yanı sıra yeni değerler kazandı. Belki de bu nedenle Gezi, tüm dünyaya hızla yayıldı. Gezi için kendiliğinden bir araya gelen kitlenin neden sahneden silinmediğini iyi anlamak gerekir. Çünkü:
Gezi eylemi amacını elde etti,
Gezi Parkı korundu, dahası belediye başkanının son açıklamasına göre, küçük bir Gezi Parkı daha eklenmiş, denilen o ki, Topçu Kışlası da yapılmayacakmış!
Ne var ki eyleme katılanlara orantısız güç kullanıldı, ağır bedeller ödettirildi. Yedi genç öldürüldü, on bir kişi gözlerini yitirdi, onlarca belki yüzlerce insan sakat kaldı, yaralandı. Yüzlerce insan iktidarın baskısıyla işinden atıldı. Bu yetmedi, mahkemelerde hesap soruldu, soruluyor.
Kısacası iktidar gereken mesajı almamış olacak ki, hâlâ gösterilere, protestolara bir hak gibi bakmıyor. Bunu düşmanca bir hareket olarak görüyor. Polisi zor durumda bırakıyor.
Şimdi bu yanlış bir adım daha ileriye taşındı, internete yasaklar getirildi. Protestoyu temel bir insan hakkı olarak anlamakta direnmesinin bir kanıtı olan internet yasağıyla nasıl baş edilecek? Şimdi buna yanıt aramak gerekiyor.
“Tedirgin Zamanlar” kitabı pek çok gerçeği hatırlatıyor. İşte en ilginç olan bir örnek: Uğur Kökden’e bir Almanya yolculuğundan kalan “20 Mark” sorun yaratmış. 12 Eylül’de Barış Derneği davasında tutuklandığında “20 Mark” da suç unsuru olmuş. 12 Eylül’de bile Türk Parasını Koruma Yasası uyarınca dava açan devlet, 17 Aralık’ta ayakkabı kutularında, yatak odalarında para kasalarındaki milyon dolarları görmüyor! Yolsuzluğu, rüşveti ortaya çıkarmaya çalışan savcıları, onlara bağlı polisleri sürekli değiştirmekle meşgul!
Bu yetmiyor, hâlâ “Gezi olaylarının peşinde örgüt var” diye iddianameler hazırlanıyor. Ama mahkemeler örgütlü değil diyerek reddediyor, bir anlamda Sartre’ın tezi kanıtlanıyor.
Adı üstünde “tedirgin zamanlar”dan geçiyoruz. Umuyor ve diliyoruz ki, geçtiğimiz bu “tedirgin zamanlar”, Türkiye’nin son “tedirgin zamanlar”ı olsun. Her şey normale dönsün! Demokrasi ölmesin, yaşasın…

_____________
*Uğur Kökden, Tedirgin Zamanlar, YKY, İstanbul, Eylül 2013, s.15.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Okullar tatildeyken... 26 Ocak 2023

Günün Köşe Yazıları