Yıkımın Kuşakları Üzerine...

29 Nisan 2013 Pazartesi

Bu konu hiç bitmiyor. O yüzden tekrarlıyorum.\t
İçinde yaşadığımız iklimin yakın kültür tarihinde, 1950 sonrasının genç kuşakları kadar yıkıma sürüklenmiş kuşaklar var mıdır? Kuşkuluyum.
Burada ‘
yıkım’ sözcüğünü yalnızca gençlerin nice kırlangıç fırtınalarında harcanmalarıyla, hapislere, işkencelere, türlü yollardan ölümlere sürüklenmeleriyle sınırlamıyorum. Zaman içersinde gittikçe artan bir değerler yozlaşması; Köy Enstitülerinin kapatılışından bu yana hep daha bir kalıplaşan, dünyayı ve kendini sorgulama becerisinin kazandırılması hedefinden şaşıp, derin bir yalanlar bataklığına dönüşen bir eğitime yöneliş; tarih ve dil bilinci kazandırma çabalarının yerini, neden-sonuç ilişkilerine yabancı ezberci tutumun alması; bir yandan ‘Okuyun!’ derken, öte yandan okuduklarından ötürü hesaplar sormak...
Dahası da var:
Mustafa Kemal’in “Fikri hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirme hedefinin yerini, herhangi bir konuda bağımsız fikri bulunmayan, vicdanın adının paraya ve mala çıktığı, özgürlüğün ise zaten sakıncalı sayılarak hiç öğretilmediği kuşaklar yetiştirme hedefine bırakması...
Gençlik, doğası gereği, kendine yetişkinler arasından örnekler arayan bir kesimdir. Önüne sürekli olarak yanlış örnekler konulan bir kesimden ise yetişkinler değil, ancak yetişemeden yaşlananlar, hayatlarını kendi bilgi birikimleri doğrultusunda kurgulayabilme özürlü olanlar çıkabilir.
Şimdi hesap, bütün açıklığı ile önümüzde, ve bu hesap, aslında 1950’den de önce, 1946’da, Milli Şef’in:
“Artık çok partili hayata geçtik, siyasetin gereklerini göz önünde tutmak zorundayız!” gerekçesiyle Köy Enstitüleri ile arasına mesafe koymaya başladığı zamanlara kadar uzanıyor. (“Siyasetin gerekleri” diye nitelendirilen olgu, gerçekte zamanın toprak ağalarının Köy Enstitülerine itirazlarıydı!). Evet, 1946’dan 2013’e uzanan, bir zaman dilimini kapsayan bir hesapla karşı karşıyayız.
Geçenlerde, aklına çok güvendiğim, okumaya da çok meraklı bir mimarlık öğrencisinin bana yönelttiği soru:
“Bana söyler misiniz hocam, ben neden mimar olayım?” Mimarlığı sevmediğinden değil. Tam tersine, çok seviyor. Ama idealindeki mimarlığa ülkesinin gerçekleri arasında ne kadar yer bulabileceğinden artık hiç emin değil. Aynı şey, örneğin felsefeye içtenlikle bağlı bir avuç genç için de geçerli. Bu azınlık da hayatı felsefe ile sorgulamanın kendisini bir yere götüreceğinden artık kuşku duymakta.
Yetmişli yıllarda üniversitelerin son sınıflarına gelenler, henüz umutluydular. Ama bu çoktan geçmişe karıştı. Şimdi üniversitelerin son sınıflarındakilerin bir bölümü, sanki önünde dibi görünmeyen bir uçurum açılmışçasına kaygılar, bir bölümü de tehlikeli bir boşvermişlik içersinde. Ülkemizde yükseköğretimin temel sorunlarını çözmek mi istiyorsunuz? O zaman buyurun, anlatmaya çalıştığım umutsuzluğu ve boşvermişliği yenmeye çalışın – ama inancın yanılsamalarıyla değil, sadece eleştirel düşüncenin gücüyle!

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları