Nilgün Cerrahoğlu
Nilgün Cerrahoğlu nilgun@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

‘Çete’den Ayşenur, Özlem ve Nevşin’e...

29 Aralık 2024 Pazar

Yıllar öncesinde... Develer tellal, pireler berber iken... 

Çetin Altan’la beraber ağır cezada yargılanmıştık. 

Sebep, Altan’la yaptığım ve 28 Temmuz 1996 tarihinde Milliyet’te Lanetliler Bahçesi başlığıyla yayımlanan bir röportajdı. 

Nevşin Mengü bilmeyebilir. O tarihte 14 yaşında olmalıydı.  

Özlem Gürses henüz gazeteciliğe adım atmamıştı. 

Ayşenur Arslan mutlaka anımsar, gene de ben hatırlatayım.  

Altan’la şaka gibi, her sene “sansürün kaldırılmasının” yıldönümü niyetine kutlanan “24 Temmuz Basın Bayramı” vesilesiyle konuşmak istemiştim. 

Çetin Altan’la konuşmayı seçmemin nedeni, hakkında 300’ü aşkın dava açılmış, çeşitli defalar tutuklanmış ve hapis yatmış bir gazeteci olmasıydı. Bu bayram ironisine ilişkin düşüncelerini almayı arzulamıştım. 

Ama şok şok şok... “Sansür” üzerine yapılan bir röportajın sansürün orta göbeğine yakalanıp “ağır cezalık” olacağı hiç aklıma gelmemişti. 

Arkasında yarım yüzyıllık yazarlık deneyimi olan Çetin Altan o röportajda bana, “Basın mutlaka bir gün bunu yapmalı” demiş ve eklemişti: “Merak edip dosyalara bakmalı. Kemal Tahir dosyası mesela, 14 yıl. O yazarı hangi yargıç mahkum etmiş? Bir bahçenin bir köşesine, küçücük bir siyah taş. Üstüne yazarı mahkûm eden hakimin ismi, savcınınki de yanına. Bunlar lanetli insanlardır. Kendi değerlerini imha etmişlerdir çünkü. 14 senesini almışlardır Kemal Tahir’in...”

TEK SÖZCÜKTEN YARGILANDIK

Geri dönüp bakıldığında “Lanetliler Bahçesi” alegorisi ve de Altan’ın bırakmış olduğu vasiyete içerlemiş bir savcının çıkmış olabileceği düşünülebilir.

Ama hayır. Arıza oradan çıkmadı. Arıza aynı röportajdaki şu ifadeden ve gerçekte Altan’ın kullandığı tek bir sözcük, “çete” sözcüğünden çıktı: 

“Ben istiyorum ki, devlet çete olmaktan çıkıp hukuka otursun. 50 senedir yazıyorum. Hiç etkilenmiyor. 50 sene daha dursam, gene yazarım. Elimde değil!”

Sen misin, aynı cümle içinde “çete” ve “devlet” sözcüklerini geçiren?

Söyleşinin kapsamı, meramı, içeriği, mesajı ile hiç kimse ilgilenmemişti.

“Çete” dendi mi? Denmedi mi?

TCK’nin o zamanki 159 şimdiki 301. maddesinden neye uğradığımızı anlamadan ağır cezalık olmuştuk. Yalnız bana değil, röportaj yaptığım yarım asırlık basın duayenine bile “kal” gelmişti. 

Ancak bizim röportaja açılan davadan tam 9 gün sonra Altan’ın “Allah’ın sopası” diye adlandırdığı umulmadık bir şey oldu ve Susurluk skandalı patladı. 

Merhumun “Devlet çete olmasın, hukuka otursun” sözleri, TV’ler ve gazetelerin manşetlerine tırmandı. Tek celsede beraat ettik. 

“Düşünce açıklama ve eleştiri demokrasi ve uygarlığın gereğidir” diye başlıyordu kararın gerekçesi: “Düşünce açıklama özgürlüğünün varlığı, iktidarı kullananların dile getirdiği görüşlerin söylenebilmesiyle değil, bunlardan farklı belki de bunlara zıt düşüncelerin ifade edilebilmesiyle anlaşılır. Farklı düşüncelerin... tahammül ve hoşgörü ile karşılanması, yanlışların düzeltilmesi ve toplumun daha ileri ve çağdaş çizgilere ulaşması yolunda adım teşkil eder. Çetin Altan topluma ve devlete dair iyileştirme dilekleriyle birlikte düşünce ve eleştirilerini belirtmekte ... toplumun duyarlı olması, devletin tamamıyla hukuka uygun işlemesi gerektiğini vurgulamaktadır. ... Söyleşinin bütünü nazara alındığında ... iddia edilen suç kastı ile hareket edildiği sabit görülmemiştir.”

ENGİZİSYON GİBİ

Özlem Gürses’in şimdi ağzından çıkan bir sözcüğe isnat edilen medya davası, koskoca tam sayfalık bir söyleşiden ayıklanan “çete” sözcüğüne dayandırılan Çetin Altan’la yargılanmış olduğumuz o tarihi davayı hatırlattı.

Savunmada tek bir sözcüğün bu şekilde hesabını vermek durumunda kalmanın bizleri “engizisyon kurbanlarından” farksız bir konuma indirgediğini vurgulamıştım. 

Özlem şimdi başına gelenler için verdiği söyleşilerinden birinde “İnsan bu ülkede bir kelime üzerinden kendisini saatlerce anlatmak zorunda kalıyor. Bu çok yorucu” deyince “çete” sözcüğü için yaşadıklarımız aklıma geldi. 

Özlem Gürses’in ev hapsinde yaptığı yayınları izlerken bu nedenle yaşadıklarımı hatırlıyorum ve yüreğim acıyor.

Aynı acıyı, kendi sözleriyle bizzat “maksadını aştığını” söylediği ifadeleri yüzünden yargıya taşınan Ayşenur Arslan davasında da yaşıyorum. 

Yakın siyaset tarihinin ve Türk medyasının ayaklı belleği olan, bir başına gazeteci ordusuna bedel Ayşenur Arslan’dan bahsediyoruz. 

Ve Nevşin Mengü...

Arzu edilmeyen bir söyleşi yapması nedeniyle 7.5 yıla dek uzanabilecek hapis cezası istemiyle dava konusu. 

Farklı kuşakların, farklı kadınları.

Ortak noktaları mesleklerini aşkla ve gerçekte her gazetecide olması gereken yüksek özgüven dozuyla yapmaları. 

Belki de asıl cezalandırılmak istenen bu: Özgüvenli gazeteciler, üstüne üstlük de kadın olmaları. 

Bu üç kadının etrafındaki çemberin bu eş zamanlamayla daraltılması, sıradan bir rastlantı olabilir mi?

Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik. Geldiğimiz yer burası. Altan’la yargılandığımız dönemde hiç olmazsa çığ gibi mesleki dayanışma vardı. 

Bugün o da cılızlaşıyor. 

2025 için “mutluluk” dilemek cesaret istiyor.      

Yeni yılınız kutlu olsun.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Noel katliamı kâbusu 22 Aralık 2024
Emevi Camisi’nde namaz 15 Aralık 2024

Günün Köşe Yazıları