Mehmet Basutçu

Sanatçının yalnızlığı

31 Ağustos 2024 Cumartesi

Şili sinemasının önde gelen adlarından Pablo Larrain (1976), biyografik filmlere meraklı bir yönetmen. Ancak genellikle yaşanan gerçeklere sadık kalan senaryolardan yola çıksa da kahramanının ruhsal gelgitlerini deşerek sergilemeyi hedefleyen; üstelik, hem içtenci hem de mesafeli olabilen, özgün bir yaklaşımla sahneye koyan bir sinema sanatçısı. Türün alışılagelmiş ana akım örneklerinden çok farklı, tiyatrosal diliyle psikolojik boyutları ön plana çıkaran mizanseniyle ilgi gören (ya da pek anlaşılamayan!) bir yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı...

Daha önce Pablo Neruda (“Neruda”, 2016) Jackie Kennedy-Onassis  (“Jackie”, 2017) Lady-Di (“Spencer”, 2021) ve Augusto Pinochet (El conde”, 2023) gibi sanat ve politika sahnelerinin önemli figürlerini işleyen Pablo Larrain, kendi yaşam hikâyesiyle de ilginç ve karmaşık bir kimliğe sahip. Şili’de altı çocuklu bir ailenin üyesi olan Pablo, daha küçükken kendini siyaset ortamında bulmuş. Babası, tutucu senatör Herman Larrain, General Pinochet’nin önemli danışmanlarından biri ve adalet bakanı... Annesi Magdelana Matte de darbe sonrası dönemde şehircilik bakanı olarak görev almış... 

ÇOK SIK GÖRMÜYORUZ

Venedik’te ilk Altın Aslan adayları arasında izlediğimiz Pablo Larrain’in “Maria” adlı bu beşinci biyografi filmi de aynı çizgiyi sürüp derinleştiren, galiba öncekilerden daha da olgun, başarılı bir deneme.

Müzik dünyasının efsane sesi Maria Callas’ın (1923-1977) genç yaşta Paris’te ölümünden önceki son haftaları sahneye koyan Larrain, temelde sanatçının yalnızlığı temasına başarılı, özgün bir örnek katıyor.

Angela Jolie, her ne kadar Maria’dan çok daha güzel bir bedene sahip olsa da ünlü sopranonun sert ve kararlı mizacı gerisindeki kırılganlığı, zaman zaman incelikli ve inandırıcı olabilen bir yorumla belirgin kılmayı başarıyor...

Filmin geri dönüşleri sırasında, Maria’yı etkileyen en önemli kişilikler arasında ilk sırada bulunan Aristotele Onassis, sakalsız Haluk Bilginer’in kalın kara gözlüklerinin gerisindeki güçlü yorumuyla, fotoğrafları artık eski gazetelerin sararmış sayfalarında gizlenen zengin Yunan armatörün ikiz kardeşiymişçesine ekranda canlanıveriyor.

Onassis, sadece filmin geçmişe döndüğü sahnelerin bazılarında çıkıp gelen bir yan karakter. Bu nedenle, Maria Callas’ın Paris’teki evine çekildiği, artık opera sahnelerine dönemeyeceğini çok iyi duyumsadığı, kalp krizinden ölümüyle sonuçlanan o acılı dönemin son aylarını paylaştığı iki sadık ev personelini yorumlayan Pierfrancesco Favino ve Alba Rohrwacher kadar sıkça göremiyoruz Haluk Bilginer’i ekranda, ne yazık ki...

GÜNEY’İ ÇEKSE...

Pablo Lorrain, tanınmış opera parçalarını, her ne kadar Callas’ın öz sesinden sık sık dinletse de film, Diva Callas ve operadan çok, adının da vurguladığı gibi Callas’a değil, Maria’ya odaklı bir “biopic”...

Bu arada, müzik eleştirmeni de olan bir İtalyan gazeteci, filmde kullanılan müzik parçalarının seçiminde ciddi yanlışlar olduğunu ileri sürüyor...

“Peki, Pablo Larrain’in “biopic”ini kim çekecek acaba? Belki de kendisi yapar bir gün...” diye düşünürken, “Keşke Yılmaz Güney’in yaşamına da özgürce el atmak istese”, diyesim geliyor...

Olmayacak duaya amin demek gibi bir şey herhalde...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları