Leyla Tavşanoğlu

Türkiye sivil diktaya teslim

05 Aralık 2010 Pazar

İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçilen Doç. Dr. Ümit Kocasakal çok kaygılı. Sivil dikta kurulduğunu ve Türkiye’nin parti devleti haline geldiğini söylüyor.

- Sizin yönetiminizle birlikte İstanbul Barosu’nda ne gibi değişiklikler olacak? Ne gibi çalışmalar yapacaksınız?


Ü.K.- Seçime giderken sloganımız şuydu: İlkemize, ülkemize ve cüppemize sahip çıkacağız. Bizim ilkeye sahip çıkmaktan kastımız Cumhuriyet’e, onun temel niteliklerine, laik, demokratik, sosyal hukuk devletine, gerçek içeriğiyle insan haklarına sahip çıkmak. İkincisi, ülkemize sahip çıkmak derken üniter devlete, renklilikleri göz ardı etmeksizin sahip çıkmak. Yani biz Türkiye’nin bir Yugoslavya haline getirilmesine kesinlikle karşı çıkacağız ve bununla mücadele edeceğiz.

Üçüncü olarak da cüppemize, yani meslek sorunlarına, meslektaşımıza sahip çıkacağız. Bugüne kadarki insanlarda bulunan farklı bakış açısını yıkmaya çalışacağız. Bir baro üç ilkeden birine öncelik tanımaksızın üçüyle de uğraşmalıdır. Burada bir eleştiri devreye giriyor. Barolar birer meslek kuruluşudur, o nedenle de siyasetle uğraşmazlar, siyaset yapmazlar, deniyor. Burada açık ve net konuşuyorum. Evet, barolar siyaset yapmaz, yapmamalıdır. Bizim dönemimizde de baro siyaset yapmayacaktır. Ama bunu nasıl anladığınıza bağlı. Benim baroların siyaset yapıp yapmamasından anladığım şu: Baro bir siyasi parti karşıtlığı ya da yandaşlığı üzerinden hareket etmez. Ancak bir baronun Cumhuriyet’e, onun temel niteliklerine, kazanımlarına ve ülke bütünlüğüne, üniter devlete sahip çıkması da siyaset yapmak değildir. Baro alelade bir meslek örgütü değil. Size örnek vereyim. Otomobilciler Federasyonu tabii ki mesleğin sorunlarıyla uğraşacaktır. Ama baro bir hukuk kurumudur. Hukukla ilgili gelişmelere duyarsız kalması mümkün müdür?

- Zaten kanunlar barolara hukukun üstünlüğünü koruma görevi vermiyor mu?


- Bakın, Avukatlık Kanunu’nun 76 ve 95 . maddeleri barolara hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını koruma görevi veriyor. Yani baro, kimden ve nerden gelirse gelsin, hukuk devletine, yargı bağımsızlığına ve insan haklarına saldırılara karşı çıkmak durumundadır. Bu zaten kanuni görevidir. Buna ek olarak da ülkesine ve yurttaşına karşı olan borcudur. Cumhuriyet’in temel niteliklerine, üniter devlete sahip çıkmak siyaset yapmak değildir. Çünkü bunlar anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri arasındadır. O nedenle hukukun üstünlüğüne sahip çıkacaksak anayasayla belirlenmiş bu anayasal ilkelere de sahip çıkacağız demektir.

Bugüne kadar meslek sorunlarının çözümünde sürekli olarak yazışmalar, talepler yapılır. Ama yerine getirilmez. Ben de önce diyalogla çözmeye çalışalım, diyorum. Ama diyalogla çözemiyorsanız o zaman sesinizi yükseltmeniz, hakların verilmediği, alındığı ilkesini, onlar adına 26 bin avukatın gücünü devreye sokmanız lazım. O yüzden bu dönemde önce diyalog, ancak bundan sonuç alınamazsa, deyim olarak söylüyorum, gerektiğinde yumruğunu masaya vuracak, demokratik direnme ve mücadele hakkını kararlılıkla sonuna kadar kullanacak bir baro düşünüyorum.

- İyi de acaba böyle bir baro hükümetle nasıl geçinir, hükümetin hukuk anlayışıyla nasıl uzlaşır?

- Baro bir hukuk kurumu. Bence baroların hiçbir zaman hükümetlerle, siyasi iktidarlarla iyi geçinme diye bir sorunu olmamalıdır. Sizin baro olarak hukuk anlayışınız, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığına bakış açınız siyasi iktidarda da varsa zaten sorun çıkmayacaktır. Zaten bu anlayışla meslek sorunları da, hukukun sorunları da, yargının sorunları da çözülür. Biz de baro olarak yardımcı ya da önayak oluruz.

Ama bu anlayış sizinle uyuşmuyorsa burada bir çatışma kaçınılmaz olur. Sonuçta baronun da bundan kaçınması söz konusu olamaz. Bakın, biz kavga filan istemiyoruz. Ama biz baro olarak toplum adına hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, hukuk devletini, insan haklarını korumak zorundayız. Bunu korumak için gerekiyorsa siyasi iktidarla ters de düşeriz, demokratik mücadelemizi de kararlılıkla yaparız.

Kaddafi insan hakları ödülü garabeti

- İnsan haklarına çok önem verdiğinizi söylediniz. Erdoğan’ın, Libya gezisinde Muammer Kaddafi’nin elinden Kaddafi İnsan Hakları Ödülü’nü almasını nasıl karşıladınız? Kaddafi ve insan hakları çelişkili kavramlar değil mi?

- Günümüzün savaşları, silahla, tankla, topla olmuyor. Günümüzde ülkeler şöyle işgal ediliyor: Önce toplumun değer yargılarıyla oynanıyor, genetiği değiştiriliyor ve zihinler işgal ediliyor. Bu sinsi işgalde maalesef bazı kavramlar olması gereken içeriğinden çıkarılıp bir Truva atı olarak kullanılıyor. Örneğin demokrasi, barış, kardeşlik, hoşgörü, uzlaşma, empati kavramları Truva atı görevi yapıyor. Bazı konularda uzlaşmam. Böyle bir yapım var. Cumhuriyet’in temel nitelikleri konusunda hiç kimseyle uzlaşmam. Buna karşı olan durumlara da ne sempati ne de empati gösteririm.

Yine hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıyla ilgili olarak hiç kimseyle uzlaşmam mümkün değildir. İnsan haklarına verdiğim önem, duyduğum saygı olması, gereken insan hakları açısındandır. Yoksa benim saygı duyduğum insan hakları bugün nereden, kimler tarafından yönlendirildikleri çok şükür herkes tarafından bilinen bazı çevrelerin, “sivil toplum örgütlerinin” bunu bir maske olarak kullanması şeklindeki içi boşaltılmış, soyut ve farklı amaçlara hizmet eden insan hakları değildir. Bir hukuk kurumunun gerçek insan haklarını, kirletilmemiş demokrasiyi savunmaması mümkün müdür?

Size bir ödül verildiğinde bu ödülü almak zorunda değilsiniz. İçinize sindirebiliyorsanız alırsınız. Sayın Başbakan bu ödülü gerçek insan hakları bağlamında içine sindirebiliyorsa, ki sindirmiş ki ödülü almış, diyecek bir şey yok. Ama bu ödülü verenin insan haklarıyla ne kadar ilgisi olduğu da toplum tarafından biliniyor. Bu bir testtir. Meydanlarda, kürsülerde insan hakları, demokrasi diye nutuk atabilirsiniz. Ama o testlerden geçemediğiniz zaman o kavramların ne kadar havada kaldıkları görülür. Dolayısıyla bu da bir test oldu. Bunun sonucunu toplum herhalde değerlendirecektir.

- Kimi davalarda inanılmaz uzunlukta tutukluluk süreleri var. Siz bunun hukukla ve insan hakları ilkesiyle ne kadar bağdaştığını düşünürsünüz?


- Derler ya, bir dokun, bin ah işit. Öyle bir konuya temas ettiniz ki... Türkiye’nin genleriyle ne kadar oynandığını burada görüyorsunuz. Kendilerine “demokrat”, “solcu”, “insan haklarına saygılı” diyen kişilerin insanların özgürlüğünü ortadan kaldıran tutuklamaları alkışlayıp tahliyeleri eleştirmelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Aynı kişilere, “Sizler değil miydiniz zamanında bu DGM’leri eleştiren” diye sormak lazım. Şimdiki Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri DGM’lerden bin beterdir. Üstelik bunlar neredeyse ayrı bir hukuk düzeni oluşturmuştur. Bir ülke içinde hukuk birliği vardır. Ama bu mahkemelerle bu ortadan kalktı. Bu alanda hukuk yoktur, savunma hakkınız kısıtlanır, avukat bir fazlalık olarak görülür. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ayıbından bu ülkenin kurtulması lazımdır. Biz baro olarak buna çok önem veriyoruz ve demokratik mücadele yöntemleri içinde her türlü yolu deneyeceğiz. Bu mahkemelerle ayrı bir Silivri hukuku, ayrı bir Beşiktaş hukuku oluşmuş durumda. Tutuklama bir ceza yargılamasının olmazsa olmaz bir parçası değildir. Ceza yargılamasında aslolan tutuksuz yargılanmadır. Tutuklama istisnadır.

- Neden?

- Çünkü anayasal suçsuzluk karinesi karşısında bir insanı kesin bir hüküm olmadan özgürlüğünden mahrum etmek çok ağır bir durumdur ve ileride de telafisi mümkün değildir. Yeni kanun bu ağır önleme olabildiğince az başvurulması için ona alternatif adli kontrol diye bir müessese getirmiştir. Tutuklama yerine yurtdışı çıkış yasağı, belli zamanlarda gidip imza atma, kefalet gibi alternatifler oluşturmuştur.

Ne yazık ki bugünkü ortamda tutukluluk asıl, tutuksuz yargılanma istisna haline dönüşmüştür. Ne var bunda? Hâkim kararı var, diyorlar. Bugün Türkiye’de en büyük tehlike birtakım hukuksuzlukların yargı ve hukuk eliyle meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Ben bir hukukçu ve baro başkanı olarak söylüyorum: Bir kararı hâkimin vermesi ya da bir karara bir savcının imza atmış olması, o karar ve işlemleri doğrudan ve otomatik olarak hukuka uygun kılmaz.

Tutukluluk ön ceza oldu

- Hukuka uygun olabilmesi için ne gerekir?

- Kanundaki şartlara, kanunun sevk amacına, ruhuna uygun olması gerekiyor. Bugün tutuklu sayısı hükümlü sayısından fazladır. Bunu hiçbir medeni ülkeye ya da kişiye izah edemezsiniz.

Kimse kendini, toplumu da kandırmasın. Bugün Türkiye’de tutukluluk bir başka ceza infaz yolu haline gelmiştir. Daha tehlikelisi, siyasi iktidarların muhalif düşüncede olan kişileri geçici de olsa tasfiye etmesi, susturması aracı haline gelmiştir. Kanunda tutuklamaya gidebilmeniz için belli suçların olmasının yanı sıra somut gerekçe göstermek zorundasınız. Bu da yetmez. Bu genel tutuklama şartıdır. Bir de özel şartların olması lazımdır.

- Nedir bu özel şartlar?

- Kaçma, delilleri karartma, tanıkları ya da bilirkişileri baskı altına alma ihtimali olacak. Ben hepsine baktım. Hiçbir somut gerekçe yok. Tamamıyla kanundaki ifadelerin tekrarına dayalı soyut, iddialar üzerinden, genel ve basmakalıp ifadeler var.

Ümraniye ya da Balyoz davalarına bakın. Sanık nasıl delil karartacak? Bunu somut olarak kararda göstermek zorundasınız. Buradaki takdir hakkının açık çek anlamına gelmediğini herkes anlasın. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin, Mehmet Haberal davasında hâkimler hakkında verdiği o karar çok önemlidir. Bu yeni bir şey değil. Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun Hâkimin Sorumluluğu başlıklı 571. ve 572. maddelerine dayandırıyor. Bu 1931 tarihlidir. Hukuk devletinde hâkim ve savcı dahil hiç kimse sorumluluk dışı değildir. Siz yedi yıl bir insanı özgürlüğünden mahrum bırakamazsınız. Böyle bir mevzuatınız varsa da demokratik hukuk devletiyim diye de kimseyi kandıramazsınız.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tedavi olsunlar 1 Mart 2015

Günün Köşe Yazıları