Feyzi Açıkalın

Sen yazadur, biz tatile gidiyoruz

06 Ekim 2020 Salı

Isparta yakınlarındaki bir benzin istasyonunda karşılaştım onlarla. Aracıma yakıt aldıktan sonra, kahve eşliğinde pompacılarla sohbet ederken yanımıza iliştiler.

Pompacıya, Süleyman Demirel ile aynı köyden olup olmadığını sorarak sohbeti başlattılar. Pompacı doğal olarak hemşerisine methiyeler düzdü. Yalnız Isparta değil, Türkiye’nin her taşında toprağında onun imzasının olduğunu belirtti.

Sonrasında birkaç saniyelik sessizlik oldu ve onlarla bakıştık. Nedense ilk sazı ele alan ben oldum. Yaşımı söyleyerek, Demirel’in hayatımızı zindan edenlerin başında geldiğini söyledim. Bunun üstüne kendi aralarında fısıldaştılar.

Göz çukuruna oturan güneş gözlüklerini yatarken bile çıkarmadığına emin olduğum, lider pozisyonunda olanı ile düete giriştik. Benden bir maşallah geleceğini umarak 69 yaşında olduğunu belirten patron, iki siyasi liderin inadı yüzünden Türkiye’nin kaotik koalisyonlar dönemi yaşadığını söyleyerek başladı.

Demirel, Bülent Ecevit’e başbakan demeyi reddedip, “Koalisyonun Başı” diye seslenerek anlaşmazlığı körüklüyordu. Dağın tepesindeki beş dakikalık molada, geçmiş siyasete veryansın edip rahatlayacağımız bir ortak bulduğumu ummaktayken işin rengi değişmeye başladı.

Reisin yancılarından çiçek bozuğu yüzlü olanı, “Neydi o mazot kuyrukları!” diye yakınmaya yeltenince, “Sen ne biliyorsun ulan, daha o zaman çocuktun!” sözleriyle susturuldu. Devamında, “Ülke ne çektiyse o parlementer sistem yüzünden çekti” klişesi geldi.

Şimdi öyle miydi; tek adamlığı ister beğenelim ister beğenmeyelim, ülke huzura kavuşmuştu. Kendisi İstanbul’da tekstilciydi. Küresel salgında işler siyasi iradenin kararlılığı ile yürüyordu. İstanbul’da 2 buçuk milyon Suriyeli vardı. Onlar olmasaydı ekonomi dönmezdi. Bizim insanımız iş beğenmiyordu!

Hızını alamayıp ayağa kalktı. Ağzındaki köprülerin kapanışı tam sağlanamamış olmalıydı ki, konuşurken alt çenesi tükürükler savrularak öne çıkıyordu. Derken fabrikasında 13 işçinin COVID-19’a yakalandığını ekmek yer, su içer gibi söyledi. Zıplayarak bir adım geri atıp, panikle maskemi yerleştirdiğimi hatırlıyorum.

Virüse yakalanmak Allahın emriydi. Kalan sağlar bizim olacaktı. Ya hastalığa yakalanıp ölecektik ya da açlıktan. Korkmuyordu. Kendisine güveniyordu. Hasta ve yaşlılar evde kalacak, gençler çalışacaktı.

Konu oraya nasıl geldiyse, günlük COVID-19 verilerinin saklanarak açıklanması ve turizmden bahsetmeye başladı. Haziran ayında Alanya’da esnaf açlıktan parmaklarını kemiriyordu. Şimdi ise turizmin başlamasıyla şehir rahat nefes almıştı. Salgın ile ilgili günlük verileri hangi ülke doğru söylüyordu ki! Eğer ülkede hastalık olduğu söylenseydi, bakalım bir tane turist gelecek miydi.

Siyasi iktidarın söylemlerinin, yalan dilinin bu denli somut bir şekilde vücut bulmasının şaşkınlığını yaşıyordum. Bu nasıl bir karşılıklı rıza üretimiydi... Fabrikasında üç kuruşa güvencesiz göçmen/mülteci işçi çalıştıran, onlara virüsün bulaşmasına aldırmayan bir adama nasıl karşılık vermeliydim.

Paralize olmuş şekilde onu dinliyordum ki salgından korunmanın da yöntemlerini anlatmaya başlayınca, “Bi dakika, buraya kadar; biz karı koca doktoruz” dedim. Ayrıca o günkü Cumhuriyet Gazetesine, bahsettiği ulusal çıkar ve turizm işini yazdığımı söyledim. Dondu kaldı. “Beni destekler şekilde mi, karşıt mı” dedi. “Maalesef, tamamen karşıtı” dedim…

O an başımıza birikmiş sohbeti izleyen pompacı emekçilerle göz göze geldik. Böylesine sessiz ve içten kahkaha atan insanlara ilk kez tanık oluyordum. Herif-i Naşerifin ne mal olduğunu anlamış ve son cümlelerime bayılmışlardı.

Avenelerinden işaret gelmiş olmalı ki, hızla lüks BMW’lerine binerken gülerek, “Sen yazadur, biz tatile çıkıyoruz” dedi. Üç geçgin erkek olarak Alanya’ya gidiyorlarmış. Artık ne kadar yorulmuşlar ve bu tatili hak etmişlerse…

 Biz ise pompacılarla el sallaşarak ayrıldık. Hala gülüyorlardı…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları