Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Almanya Sorunu (Ya da O Eski Hikâye)

11 Kasım 2013 Pazartesi

Dünya ekonomisinde ekonomik gerginlikler yine siyasi gerginliklere yol açıyor. Buradan hayırlı bir şey çıkmaz!
Önce ABD’nin istihbarat kurumu NSA’nın Angela Merkel’in telefonunu dinlediğini öğrenmiştik. Sonra ABD Hazine Bakanlığı yayımladığı bir raporda Almanya’yı aşırı oranda dış ticaret fazlası üreterek, dünyaya deflasyon ihraç etmekle suçladı.
İki saygın ekonomi yorumcusu, New York Times’dan Prof. Krugman, “Depresyon yaratan Almanlar”, Financial Times’dan Martin Wolf, “Almanya Dünyanın Üzerinde Bir Yüktür” başlıklı yazılarla hazine bakanlığının suçlamalarını Alman ekonomisinin performansını hedef alan bir saldırıya dönüştürdüler. Geçen hafta, eski Avrupa Komisyonu başkanı, İtalya Başbakanı (2006-08) Normana Prodi, Latin ülkelerini, Fransa’yı Almanya’ya karşı cephe oluşturarak Avrupa Birliği ekonomisinde enflasyonu güçlendirmeye çağırdı (The Independent, 07/11).

1930’lar mı yeniden?
“Ne oluyor?”, “Neden oluyor?” sorularına cevap ararken iki gelişmeyi göz önüne alarak başlamak gerekiyor.
Birincisi, ABD, Avrupa Birliği ve Çin’de enflasyon oranları merkez bankaları hedeflerinin çok altında seyrediyor; hem de toplam 12 trilyon doları geçen kurtarma paketlerine, MB’lerinin parasal genişleme operasyonlarının sözde enflasyonist baskılarına karşın. Diğer bir deyişle bu kadar para piyasalarda talebi güçlendirmeye, aşırı üretim/kapasite ve birikim (finans dahil) yükünü azaltmaya, ekonomiyi canlandırmaya, işsizliği azaltmaya yetmiyor. ABD’de son işsizlik verileri beklenenden olumlu geldi. Ancak işgücüne katılım oranı düşmeye, yarım gün çalışanların oranı artmaya devam ediyor. Sanayi yalnızca az sayıda, yüksek vasıflı iş yaratabiliyor (New York Times, Wall Street Journal, 08/11).
Bunun adı deflasyon! Yanına düşük büyüme, yüksek işsizlik oranlarını, mali piyasalardaki kredi köpüğünü ekledik mi, kolaylıkla depresyondan söz edebiliriz. “Büyük durgunluk” başlayalı beş yıl oldu, hâlâ dünya ekonomisi patinaj yapıyor.
İkincisi, Almanya ekonomisi bu deflasyon ortamında, herkes talep yetersizliği ile boğuşurken, GSMH’nin yüzde 7’sine ulaşan, rekor düzeyde ticaret fazlası vermeye devam ediyor. Son veriler yeni bir rekora işaret ediyordu. Bu sırada işsizlik oranları da düşmeye devam ediyor.
Peki, neden aklıma yine 1930’lar geliyor? Şundan: Devletler birbirlerini merkantilizmle, komşusunu soymakla suçluyor, hükümetler kronik işsizliği azaltmaktaki başarısızlıklarını uluslararası rekabete bağlıyor. Yine uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerin, serbest piyasa modelinin üzerinde kara bulutlar birikiyor. Bundan sonrasıysa genellikle tatsız gelişmeler oluyor...

Neo-merkantilizm suçlamaları
Kriz başladıktan sonra, özellikle başı dertte olan AB üyeleri Almanya’yı aşırı ihracat, yetersiz tüketim yapmakla, diğer üye ülkelere yardım etmemekle, ya da yardım karşılığında katı bir mali disiplin dayatmakla suçluyorlardı. Almanya, Avrupa’nın nefret edilen, “pinti patronu” konumuna yükseliyor, II. Dünya Savaşı, Nazi simgeleri yeniden ortaya çıkıyordu. Ancak Almanya bu küçük, etkisiz ülkelerin “mızmızlanmalarına” kulaklarını kapatabiliyordu. ABD’nin sesi de eklenince bu mızmızlanma korosunun sesi tehdit edici, ihmal edilemez bir ton kazanmaya başladı. Adeta Almanya yine herkesi korkutacak kadar aşırı düzeyde güçlenmişti, yine II. Dünya Savaşı’nın müttefikleriyle yüz yüzeydi. Analoji kuvvetli oldu, ama görüntü böyle!
Almanya’ya yönelik eleştiriler kısaca şöyle, Almanya yeterince tüketimi destekleyen bir politika izlemiyor, aksine ihracata odaklanıyor. Böyle olunca aşırı ticaret fazlası yaratıyor; başka ekonomilerin iş yaratma olanaklarını kendine aktarıyor, depresyon basıncını artırıyor (ihraç ediyor). Çünkü Almanya’daki yetersiz tüketim uluslararası şirketlere komşularına ihracat yapma olanağı tanımıyor. ABD Hazine Bakanlığı, Krugman ve Wolf bu durumu “neomerkantilizm” olarak tanımlıyorlar.
Almanya’nın tepkisi genelde şöyle (Der Spiegel 05/11; Bloomberg 07/11, Süddeutsche Zeitung, 08/11, Die Welt 09/11) “Bunlar anlaşılamaz eleştiriler”, çünkü Almanya ihracatını devlet eliyle desteklemiyor. Kimse Alman mallarını almaya zorlanmıyor. Almanya yüksel teknolojili, yüksek rekabet gücü olan mallar üretiyor, satıyor; Alman mallarına talep yüksek. Almanya’da işsizlik yüksek değil, halkının refah düzeyi yapay olarak düşük tutulmuyor. Almanya piyasaları yapay olarak, yasal yollarla korunmuyor. Uluslararası şirketler Almanya’da mal satamıyorlarsa bunun nedeni rekabet güçlerinin düşük olması, Alman tüketicisini ikna edememeleridir. Alman tüketicisi gelirini bugün tüketeceğine gelecekte, emeklilik vb. sorunları düşünerek biriktiriyorsa suçlanabilir mi?
Nihayet, Almanya planlı ekonomi değil ki, ne yapmasını istiyorsunuz? İhracata yasak mı koysun, ücretleri devlet eliyle arttırıp, altyapı yatırımları için vergileri arttırarak Alman sanayicisinin kârlarını, rekabet gücünü mü düşürsün? Almanlara göre sorun ABD sanayisi, örneğin otomotiv sektörü, Alman sermayesiyle fiyat ve kalite yönünden rekabet edememesinden kaynaklanıyor.
Bu tepkilere, serbest piyasa mantığı içinde bir cevap vermek olanaklı olmadığından Krugman “ister iyi niyetle ister kötü niyetle yapsın sonunda yapıyor ya” diyor. Bir başka deyişle, ABD Hazine Bakanlığı, Krugman ve Wolf, Almanya’nın neo-liberal modelin dışına çıkarak, Keynesci devlet müdahalelerine (Alman ekonomik coğrafyasını koruma altına alamadan) başvurmasını; Alman devletinin Alman sermayesini denetim altına alarak ihracat kapasitesini sınırlamasını (bu dış ticaret fazlasını Alman devleti üretmiyor Alman sermayesi üretiyor) dahası, Alman sermaye birikiminin fazlasının devlet eliyle başka (ABD vb.,) ülkelerin sermayelerini desteklemek için kullanılmasını istiyor. Alman yorumculara göre esas bu, serbest piyasa kurallarını yadsıyan merkantilist bir baskı oluyor. Bunların hepsi neoliberal modelin (“küreselleşmenin”) bittiğini söylüyor.

***

Sanki insan uygarlığı, kültürel, ekonomik, siyasi, askeri, dini ilişkilerin ağlarıyla on binlerce yıldır, farklı üretim tarzlarının, 250 yıldır da kapitalizm altında küreselleşmiyormuş gibi, 1980’lerde sermayenin iktidarını, serbest piyasa adı altında mutlaklaştıran bir kriz yönetim modeli bize insanlık tarihinde yeni bir küreselleşme aşaması olarak satıldı. Ne yazık ki birçok sol eğilimli iktisatçı da bu malı satın aldı. Sermaye, kriz eğilimlerini yönetemez olunca (mali kriz), işe “yeniden” (!?) siyaset ve zor bulaştıran eski “kötü” alışkanlıklarını anımsamaya başladı. Bakalım bu kez bunlar nasıl satılacak ve kimler alıp yalayıp yutacak?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları