Deniz Yıldırım

Nehrin Üçüncü Kıyısı

26 Haziran 2021 Cumartesi

2015 senesiydi. Eğitim Sen Karabük Temsilciliği’nin düzenlediği bir panelde konuşmacıydım. Panelden sonra sendika binasında sohbet ediyorduk. Bu sırada, gözlerinin içi parlayan, uzun saçları omuzlarında, gür bıyıkları sararmış birisi yaklaştı yanıma. Gülümsüyordu; elinde sımsıkı tuttuğu kitaba takıldı gözlerim. Kapağı yırtılmış, sayfalarının neredeyse tüm boşluklarına notlar düşülmüştü. “Çözdüm sonunda” dedi, kitabı göstererek. Mutluydu. Elinde tuttuğu kitap Ulysses’ti. James Joyce üzerine okumuş, kitabını satır satır çözümlemek için gecesini gündüzüne katmış, bir bilinmezi açıklığa kavuşturmanın heyecanıyla da paylaşmak istemişti. Karabüklü şair, Safranbolu’dan sesini, sözünü duyurmak için kalemini ruhuyla süslemiş yazar Hüseyin Avni Cinozoğlu’ydu bu kişi.

Birkaç ay sonra, eylül ayında, ölüm haberini aldım şairin. 1955’te başlayan yolculuğu sona ermişti. Sarsıcı bir haberdi; yine de şairler ölümsüz gibi geliyor bana. Herkesin gündeminden çıkıp kürekleri eline alan, kendi akışını da sınırlarını da kendisi belirleyen insanların yalnızlığı, hüzünle karışık sevinci vardı şairin tavrında. Kalabalıkta yalnız, yalnızlıkta kalabalık insanlar böyledir. Şimdi önümde 2008’de Hayal Yayınları’ndan çıkan ve otobiyografik izler taşıyan romanı Sol Kapak Takımında Çatlaklar var. Okurken aklıma geldi, bir yandan da başka bir hikâyeye götürdü beni. 

Joao Guimaraes Rosa, Brezilyalı bir yazar. 1908’de doğup 1967’de ölüyor. Dilimizde ihmal edilmiş isimlerden. Umarım eserleri çevrilir. En çok tartışılan öykülerinden biri Nehrin Üçüncü Kıyısı adını taşıyor. Bir adam, sadece kendisinin sığabileceği bir kano yaptırıp ailesinden ayrılıyor. Yıllarca o kanoda kalıyor; kanosuyla birlikte, nehri karadan ayıran iki kıyının yanında, bir şeyi bir başka şeyden ayıran üçüncü sınır işlevi görüyor bu adam. Daha önce “yabana kaçış” adını verdiğimiz sürecin bir benzeri, tam da nehir sembolizmiyle donanarak akış serisinde anlam kazanıyor.

Adam yıllarca kimseyle konuşmuyor, kıyıya da çıkmıyor. Bırakılan yiyecekleri almıyor. En sonunda, oğlu hariç, geri gelmesinden umudu kesen ailesinin tüm bireyleri köyden ayrılıyor. Oğlu da giderek yaşlanıyor, tanıyanlara göre gün geçtikçe babasına benziyor. Yıllar sonra bir gün mendil sallayıp babasına sesleniyor: “Baba, artık yaşlı bir adamsın. Yapmak istediğini yaptın. Geri dön artık, sürdürmene gerek yok. Geri dön, hemen şimdi, ne zaman istersen, eğer ikimiz de razıysak, senin kanodaki yerini ben alacağım.”

Ve beklemediği bir şey oluyor. Babası kıyıya yaklaşmaya başlıyor. İyice yaşlanan oğlu ise bunu görünce korkup kaçıyor.

TATAR ÇÖLÜ’NDEKİ DİNAMİZM

Güler Dikmen’in çevirisiyle Latin Amerika Hikâyeleri Antolojisi’nde yer alan bu kısa hikâye üzerine çok şey yazılıp çizilmiş şimdiye kadar. Çok kişi, Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun Ulysses karşısındaki çabasında olduğu gibi bu hikâyenin sembollerini, gizli ve açık göndermelerini çözmeye çalışmış. Babanın aslında öldüğünü, kıyıya yanaşamayan kano simgesi aracılığıyla ölümün/sonluluğun, nehir simgesiyle de sonsuzluğun anlatıldığını söyleyen yorumlar var. Belki de nehrin sembolik üçüncü kıyısı, sonluluk ile sonsuzluk arasında. 

Fakat hikâye bana başka açılardan da ilginç geliyor. Baba, hayatın akışından nehrin akışına kaçıyor. Diğer yandan, bu gidişin sebebinin açık ve görünür olmamasının yarattığı gizemle birlikte, gidişi mistik bir anlam kazanıyor. Sanki bir görevi yerine getiriyor. Sanki tek başına kalmış bir öncü, başkalarının üstlenmediği yükleri omuzluyor. Belki güç biriktiriyor, belki dünyevi yaşam ile arasına uhrevi bir sınır çekiyor. Üçüncü sınır da buna işaret ediyor. Sonunda da oğlunun gelip yerine geçmek istemesi üzerine kanodan ayrılmayı kabul ediyor.

Bu noktada, babanın Tatar Çölü neresiydi? Kıyıda bırakıp ayrıldığı hayat mıydı, nehirde bir aşağı bir yukarı gidip gelişiyle şekillenen boyut muydu? Kişiden kişiye değişiyor. Dışımızdaki rutin değil, rutine karşı bizim tavrımız belirliyor. Demek her insanın Tatar Çölü, göreli bir dinamizm de içeriyor. Hareketsizliğin, rutinin içinden çıkıp suyun akışını, yönünü belirlemeye başlamak, nehrin akışı içinde kalıp da akışa direnmeye çalışmak, gerektiğinde bunu tek başına kalmayı göze alarak yapmak. Böyle öncüler olmasa, tarih hep aynı çizgide, aynı suda akmaz mıydı?

Aslında oğlu da direngen. Herkes gitse de o babasını bırakmıyor. Ancak yerine geçmeye gelince, Ahlat Ağacı’nda İdris Öğretmen’in yarım bıraktığı kuyuyu kazma ve suyu bulma sorumluluğunu devralan Sinan’ın iradesini gösteremiyor. Kaçtığı ister ölüm isterse sorumluluk olsun; asıl Tatar Çölü, kararsız ve eylemsiz bekleyişteki oğulun tavrında simgeleşiyor. Akışa direnişte bireyin rolünün sınırları da burada belirginleşiyor; “kolektif kişilik” elbette önemli, fakat nereye kadar? Meşaleyi devredecek halka bulunamadığında zincir kopuyor.

Yine de bu durumda, suyun akışını yöneten, küreğiyle iradeyi birleştiren baba mı ölü? Öyleyse yaşayanların gerçekten yaşadıklarının ölçütü nedir? Bilinemiyor. Belki hikâye çözümsüz ama hikâyeleri çözmeye çalışan ya da yeni hikâyeler yaratmak için çabalayan insanlar var oldukça, şair Hüseyin Avni Cinozoğlu’nda gördüğüm o heyecanın bitirilmesi de olanaksız görünüyor. Bu da bir direnme biçimi elbette.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları