Deniz Yıldırım

Labirent

20 Kasım 2021 Cumartesi

Son sahnede Sinan’ı önce kendisini asmış halde görürüz. “Açmazın çözümü bu olmamalı” diye düşünürken, kulağımızda kazma sesleri yankılanmaya başlar yavaş yavaş. Sinan kuyuya inmiş ve “suyu arama” görevini babasından devralmıştır. Bir amaca bağlanmıştır; amaca bağlanış, yaşama bağlanışla birleştirir kaderini. Ahlat Ağacı (2018) böyle biter ya da zihnimizde bu son sahneyle döner durur.

Sinan’ın yaşadığı varoluşsal açmazı/çıkmazı Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde sunmuştu bize. Tekrarların, “akış”ın içinde ölümle yaşam arasında beliren döngünün çizgisidir bu. “Yabancı”nın karar anı. Yol ayrımı. Colin Wilson, Yabancı’da “Yabancı’nın çaresizliği, yeni bir itikat bulmayı becerememesidir” diyordu. Sinan buldu.

Fakat ya bulamayanlar? Burhan Sönmez’in 2018 yılında yayımlanan Labirent adlı romanı tam da buradan okunabilir. Boratin, Sinan’dan biraz büyük, çevresinde sevilen bir müzisyendir. O da sıkışmayı, varoluşsal buhranı yaşar. Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar eder, fakat ölmez. Bedeni ölmez ama belleği silinir. Geçmişi hatırlamaz; arkadaşlarını, ne iş yaptığını, sevdiklerini ve sevmediklerini hatırlamaz.

Aslında Boratin’in ikilemi de “varoluşsal buhran”ın sınırına yaklaştıkça belirir. Sınır... “Hayat ile ölüm arasındaki mesafeyi” kaldırmak için o sınırı geçmeye çalışır Boratin. Sinan’ın suyu arayarak yaşama tutunuşu, Boratin’de suya atlayarak yaşamdan kopuş girişimine dönüşür.

Bu nitelikli roman hakkında Burhan Sönmez’in çeşitli söyleşilerini dinledim, okudum. Sönmez, “Bir labirentte olduğunuzu ancak onun dışına çıkarak anlayabilirsiniz” saptaması yapıyor bir yerde, önemli. Labirentten ya da bu serideki adlandırmamızla akıştan çıkış, bireyin/öznenin akışın parçası olduğunu, bu akışı yeniden ürettiğini ve aslında bu akışın içinde tutsak olduğunu fark etmesiyle başlıyor aslında. Yani özgürlük sandığı şeyler, tutsaklığının göstergesine dönüşünce. Belki böyle de yorumlayabiliriz. Jim Carrey tarafından canlandırılan Truman karakterini tekrar düşünelim. Akışın parçası/merkezi olduğunu, yaşamının çıkışsız bir labirent olarak örüldüğünü fark etmesi, labirentten çıkmasıyla gerçekleşmedi. Bunu fark ettikten, sınırı zorlamaya başladıktan, mücadele ettikten sonra labirentten çıktı.

TATAR ÇÖLÜ’NDE DURUM

Zira labirenti fark etmek, labirentte olduğumuzu anlamak, labirentten çıkmayı her zaman garanti etmiyor. Akışın içindeki bireyin bu döngüye teslim olmasının, “gönüllü kulluk” üretmesinin örneklerini D. Buzzati’nin romanı Tatar Çölü ve onun etrafında gelişen literatüre bağlı olarak tartışmıştık daha önce. Bu romanlarda akışı önce yadırgayıp “geçici süreyle buradayım” diye düşünüp sonra bu akışa teslim olan bireylerin, aynı zamanda bir tehdidin, düşmanın, hayali bir ülkenin sınırında görev yapmaları tesadüf müydü? Sınırın varlığı ya da görünürlüğü, sınırı/diğer olasılığı fark etmek, akıştan kaçmayı ya da akışa direnmeyi tek başına sağlamıyor öyleyse. Aksine, akışa, labirente daha fazla kendini kaptırma örneklerini de beraberinde getirebiliyor.

Bu açıdan Sinan da Boratin de akışa teslim olmama kararı verse de eylem ve tercihleri farklılaşıyor. Fakat her iki karar da Tatar Çölü’nden bıkkınlığın dışavurumu oluyor. Tatar Çölü’ne, labirente, akışa teslimiyet potansiyeli ise ütopya kaybıyla, başkasının çizdiği sınırlarda, “belirlenen” olarak yaşama tutsaklığına doğru beliriyor. Burhan Sönmez’in bu gelgite önemli katkısı/yeniliği ise gelecek zamanla, ütopyayla, daha iyi bir dünya umuduyla bağını koparan bireyin sığınağı olarak beliren hatıraları, geçmiş zamanı, yani nostaljiyi de Boratin karakterinin (aslında hepimizin) elinden alması. Bana kalırsa bu, romana müthiş bir çelişki ekseni daha kazandırıyor sonlara doğru. Romanda Boratin’in ağzından bu gerçek nefis sunuluyor: “Önceleri, gençlik zamanlarında insan geleceği hayal eder, ütopyalar kurar. Umutlu olur… Ömrün sonlarına doğru ise mümkünler denenip tüketilir. Ütopyaya yer kalmaz. İnsan artık elindekiyle, yani koskoca bir geçmişle oyalanır. Orada ütopyanın yerini nostalji alır. Ben bunlardan yoksunum. Ne ütopyam ne nostaljim var.

Aslında bütün baskıcı iktidarların zihnimizde yarattığı travma, ruhumuzda açtığı yara bu değil mi? Bireylerin, kitlelerin ütopyalarını bastırmak, gelecek ümidini karartmak ve hayali bir geçmiş zaman inşa ederek, tek tip gelenek, bugünün baskısına hizmet edecek bir nostaljik evren kurgulamak. Tekelci distopya özetle. İşte burada bireyin/Boratin’in hikâyesi, hepimizin ortak/kamusal hikâyesine dönüşüyor kanımca: Boratin’in ütopyasız ve nostaljisiz kalması, geleceksiz ve geçmişsiz bir döngü içinde sıkışması; bizim, bu ülkede yaşayan herkesin sorunu değil midir bir bakıma? Gelecek ütopyalarımız ve geçmiş kazanımlarımız müflis siyasetlerin elinde eritilmedi mi adım adım? Ama olsun; elimizde şimdiki zaman var. Belki de Boratin’in bize sonda sunduğu seçenek bu: Kaybettiğimiz iki zaman diliminin ortasında, kaybedecek bir şeyimizin kalmadığı bir anda, sıkıştığımız şimdiki zamana yeniden tutunmak, şimdiki zamanı kurtararak işe başlamak. Labirentte olduğumuz gerçeğini görerek, çıkış yollarını aramayı sürdürerek. Sonra geçmişi de geleceği de kurtaracağız. Çıkış yolunu bulanlar, geride kalanlar için meşale yaksın, tünelin duvarlarını aydınlatsın yeter ki.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları