Sinan Meydan
Sinan Meydan sinan.meydan@hotmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Atatürk'ün Cumhuriyeti

16 Ekim 2024 Çarşamba

Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkmak, geçmişe saplanıp kalmak değil, Türkiye’nin aydınlık geleceğine sahip çıkmaktır.

Aydınlanma ve Sanayi devrimlerini yapamamış, yüzde 90-95’i okur-yazar olmayan, savaş yorgunu, yoksul, hasta ve uluslaşmamış bir din-tarım toplumunda, 600 yıllık saltanatın gölgesindeki çokuluslu bir imparatorluğun enkazından yaklaşık on yıllık bir meşrutiyet tecrübesi ile laik bir cumhuriyet çıkarmak hiç de kolay değildi. İşte 101 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk bu zor işi başarmıştı. 

Peki ama Atatürk için Cumhuriyet neydi? Sadece egemenliğin kayıtsız şartsız millete verildiği, yöneticilerin seçimle belirlendiği, ülkeyi halkın temsilcilerinden oluşan bir meclisin yönettiği bir siyasal rejim miydi? Yoksa Atatürk için Cumhuriyetin çok da derin ve geniş bir anlamı var mıydı?

Herkes gibi Atatürk için de Cumhuriyet, her şeyden önce yöneticilerin halk içinden seçimle belirlendiği “ulusal egemenliğe” dayanan bir siyasal rejimdi. Atatürk, Cumhuriyeti, kavramın özündeki “halk” ve “halk iradesi”ne gönderme yaparak “Halkçılık” ve “Demokrasi” ile eşanlamlı olarak da kullanıyordu. Yani Atatürk için Cumhuriyet yönetimi demek, “halkçı” ve “demokratik” bir yönetim demekti. (1930’larda liselerde okutulan, Afet İnan imzasıyla yayımlattığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı kitabında Cumhuriyeti bu şekilde kullandığı açıkça görülmektedir.) Ancak Atatürk’ün anladığı ve Türkiye’de kurduğu Cumhuriyet, sadece siyasal rejim değişikliğini değil, aynı zamanda çağdaş bir sosyo-kültürel değişimi amaçlıyordu. Bu yönüyle Atatürk’ün Cumhuriyeti, akla, bilime dayanan bir toplumsal aydınlanma projesidir.

CUMHURİYETİN AMACI: MUASIR (ÇAĞDAŞ) MEDENİYET 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin temel amacı çağdaş medeniyetti. Atatürk, bu gerçeği şöyle ifade ediyordu:   

“Milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi (ideali) tam anlamıyla medeni bir toplum olmaktır. Çünkü dünyada bir milletin varlığının değer, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser yaratmak yeteneğinden yoksun olan milletler özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileriye değil geriye bakmak bilgisizliğini ve ihtiyatsızlığını gösterenler, genel medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.16, s.288)

Atatürk’ün deyişiyle, “medeniyetin coşkun selinde boğulmamak” için o selde yüzmeyi öğrenmek ve o sele katılmak gerekiyordu:

“Medeniyetin coşkun seli karşısında direnç boşunadır ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında Ortaçağ zihniyetiyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar…”  (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.17, s.286)

Atatürk, medeniyeti, bazen coşkun bir sele bazen de kuvvetli bir ateşe benzetiyordu. Medeniyetin coşkun seline karşı duranların o selde boğulacağını, medeniyetin kuvvetli ateşine kayıtsız kalanların da o ateşte yanacaklarını söylüyordu:

“Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde layık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.”

Atatürk bu sözleri, 1925 yılında şapkayı tanıtırken kılık kıyafet devrimini yaparken söylemişti. Bu sözlerden önce söylediği şu sözler de çok dikkat çekiciydi: 

“Biz her görüş açısından medeni olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun nedeni dünyanın durumunu anlayamamamızdır. Fikrimiz, düşüncemiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam âlemine bakın. Düşüncelerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği değişiklik ve ilerlemeye uyduramadıklarından ne büyük felaket ve ıstırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak zihniyetimizdeki değişmedendir. Artık duramayız, çünkü mecburuz.” 

Atatürk’ün teşhisi çok doğruydu. Türk-İslam dünyası “medeniyetin emrettiği değişiklik ve ilerlemeye uymadığı için” geri kalmış ve sonunda Atatürk’ün deyişiyle büyük bir “felaket ve ıstırap içine” düşmüştü. Toplumsal kurtuluş için medenileşmekten (çağdaşlaşmaktan) başka çare yoktu. 

İşte Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, Türk toplumuna, medeniyetin coşkun selinde boğulmadan ve kuvvetli ateşinde yanmadan hayatta kalmanın, büyük bir felaket ve ıstırap içine düşmeden kendini kurtarmanın nasıl mümkün olacağını göstermeyi amaçlıyordu. 

CUMHURİYETİN PAROLASI: BİLİM

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin parolası hiç tartışmasız bilimdir. Türkiye’nin, Atatürk’ün gösterdiği hedefe; “muasır medeniyetler düzeyine, hatta onun da üzerine çıkabilmesi”, çağdaşlaşabilmesi ancak bilime önem verilmesiyle mümkündü.

Atatürk, 22 Eylül 1924’te, Samsun’da cumhuriyetin öğretmenlerine -dünya tarihine altın harflerle yazılacak sözlerle- şöyle seslenmişti:

“Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (en gerçek yol gösterici) ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin iki bin, binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.17, s.44)

Atatürk, bu sözleri tam 100 yıl önce söylemişti. O sırada Cumhuriyet daha bir yaşına bile basmamıştı. Yüzyıllarca sultan-halifelerin yönettiği, şeyhülislamların yön verdiği, dinsel kuralların egemen olduğu, yüzde 90’ı okuryazar olmayan bir din-tarım toplumunda o toplumu biçimlendirecek Cumhuriyetin öğretmenlerine “En hakiki mürşit ilimdir fendir…” demenin anlamı çok büyüktür. 

İşte Cumhuriyet, Atatürk’ün bu çağını aşan “En hakiki mürşit ilimdir fendir” sözü doğrultusunda toplumun “ilimle, fenle” çağdaşlaşarak yükselmesini hedeflemiştir. “Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur,” diyen (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.14, s.44-45) Atatürk’ün liderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet Devrimlerinin tamamı bilimsel bir temele dayanan çağdaşlaşmaya yönelik düzenlemelerdir. 

Cumhuriyetin parolası bilimdir: Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’ndaki ifadeyle “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”   

CUMHURİYETİN NİTELİĞİ: LAİK 

Atatürk, kurduğu Cumhuriyetle, bilime dayanarak toplumsal aydınlanmayı sağlayıp Türkiye’nin çağdaşlaşmasını amaçlamıştır. Ancak bilimsel gelişme için her şeyden önce aklın özgürleşmesine ihtiyaç vardır. Aydınlanma süreçlerinden geçmemiş bir din-tarım toplumunda aklın özgürleşmesi kolay değildir.  

Batı’da yüzyıllar içinde kiliseye karşı verilen uzun soluklu ve hatta kanlı bir mücadele sonunda laikliğin gelişmesi sayesinde akıl ve vicdan özgürlüğü sağlanmıştır. Bu nedenle laik devletin istediği insan, “aklı hür, vicdanı hür” bireydir.

Laikliği, devletin değişmez din kuralları yerine, insan aklının eseri değişebilen dünyevi kurallarla yönetilmesi ve toplumun da bu doğrultuda şekillendirilmesi olarak tanımlamak mümkündür.

Hegel’in deyişiyle “Devlet dinle birleştiği zaman dinin kalıbına girer… Dinin devletle özdeşleşmesi ölümcül sonuçlar yaratır.” Bu nedenle Aydınlanmacı düşünce, devletin ve dinin birleşmesine, devlet ve din özdeşliğine itiraz etmiştir. Laiklik, bu haklı itirazın sonucunda ortaya çıkmıştır. 

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni laik bir devlet olarak kurmak istemiş, ancak dönemin sosyolojisinde Cumhuriyeti adım adım laikleştirmeyi daha uygun bulmuştur. Atatürk’ün neredeyse tüm devrimleri Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştirmeye yöneliktir. Çünkü Atatürk, siyasetin, hukukun, eğitimin, ekonominin, toplumsal ilişkilerin çağdaş gelişiminin ancak -dinlerden bağımsız- laik bir anlayışla sağlanabileceğini görmüştü. Siyasi yapıyı, hukuku, eğitimi çağdaşlaştırmadan; saltanatı, hilafeti kaldırmadan, kadınlara medeni ve siyasi haklar vermeden, akılcı ve bilimsel bir eğitim sistemi kurmadan, cehaleti yenmeden, yeni kanunları benimsemeden ülkeyi demokratikleştirmek ve çağdaşlaştırmak mümkün değildi. Atatürk, bu temel uygarlık gerçeğini görerek Cumhuriyeti laikleştirmiştir. 

Atatürk; sultanı-halifeyi “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören siyaset teorisiyle, biat kültürüyle, değişmeyen şeriat hukukuyla, nakilci medrese eğitimiyle, kadının en temel haklarını gasp eden dünya görüşüyle, tekke, tarikat, cemaat yapılanmasıyla, eski takvimle, tartıyla, ölçüyle, Türkçeye uymayan Arap harfleriyle, çağa uymayan eski kılık kıyafetle her geçen gün değişen ve gelişen dünyada “tam bağımsız” ve “çağdaş” bir hayat sürmenin olanaksız olduğunu 100 yıl önce görerek laik bir Cumhuriyet kurmuştur.  

Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında laiklikle çağdaşlaşma arasındaki ilişkiyi şöyle vurgulamıştır:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresindeki bütün kanunlar, nizamlar, ilmin çağdaş medeniyete sağladığı esas ve şekillere; dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din telakkisi vicdani olduğundan, din fikirlerini, devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletinizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” 

***

Amacı “çağdaş medeniyet”, parolası “bilim”, niteliği “laik” olan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 100 yıl sonra bugün, kuruluş felsefesinden uzaklaştırılmak isteniyor. Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkmak, geçmişe saplanıp kalmak değil, Türkiye’nin aydınlık geleceğine sahip çıkmaktır.                 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları