Ruhların Sıvılaşması

08 Kasım 2020 Pazar

Ortalık toz duman. Üstünde tepindiğimiz kabuk sallanmış, dehşet ve korku kaplamış gökyüzünü… 

Zaten sonbahar, yüzlerimize vuran azıcık güneşin de yakında söneceğini biliyoruz. Buna rağmen kaçınılmaz ihtimalleri unutarak yaşıyor, geleceğimizden acemice kaçıyoruz. 

Kimi yücelttiği aklının birkaç damlasıyla bile sarhoş, kimi inanca katık ettiği zaaflarını şerbet gibi içiyor. Ama heyhat, hakikat şişede durduğu gibi durmuyor. Her birine sırlanmış camdan başka bir ayna tutuyor hayat. 

Hal-i pürmelalimiz saklanmaya çalıştıkça aşikâr, hepsi ekranlarda…

Muhabir, depremde yıkılan binalardan birinin eski yöneticisiyle konuşuyor. Bir süre önce “ben vebal alamam” deyip istifa etmiş. Demek ülkede insan hayatı için istifa edecek kadar izzetinefis sahibi birileri hâlâ kalmış.

Oğlu hemen arkasında duruyor, cebinden çıkartmadığı elini görüyor, dayanamayıp lafa karışan sesini duyuyoruz. Çöken binada bir süre önce yapılan toplantıda olanları dinleyelim, o elin neden cepten çıkmadığına sonra geleceğiz.

Yönetici, kimi malikler merdivenleri granit yaptırmak istediğinde karşı çıkmış. Belli ki aklı evvelin tekiymiş, daha iyi kira geliri yerine insan önemli deyip, üç beş kuruş rantına bakmak varken, felaket habercisi gibi “bina çürük” demiş ağızların tadını kaçırmış.

Yapıda sıvılaşma var diyen raporu ikinci toplantıya getirip ısrarcı olunca “müteahhitten rüşvet mi alacaksınız?” diye suçlanmış, ne çıkarın var söyle de bilelim denmiş. Demokrasi var ya, oylama yapılmış, çoğunluk yanında durmayınca oğlu yöneticiliği bırakmasını istemiş.

“Anneme iftira attılar” deyip susuyor, elini cebinden çıkarıyor. Genç adamın içinden, “artık annem hariç kimse için elimi taşın altına koymam” dediğini duyar gibiyiz.

Gençleri ve bu ülkenin geleceğini böyle kaybediyoruz. Son yıllarda gidenlerin pek çoğu “çocuğum bu şartlarda büyümesin” diyordu. Burada bıraktıkları yaşam koşullarının epey altında bir çizgiyi kabullendiler. Çünkü çocuğunuza vermek istediğiniz insani değerlerin, işaret edeceğiniz vicdani merhalenin her iki mahallede de türlü çeşit enkazlar altında kaldığı bir ülke artık burası. 

Kurbanlığı kabullenmiş, şahsiyeti aşınmış, özüne giden yolu kaybetmiş toplumlar, artık içinde oldukları berbat durumu sanki onu kendileri seçmiş kadar hevesle sahiplenir. Çünkü itiraf etmeseler de umutları sönmüştür, adım atacak, bir şeyleri değiştirecek gücü kendilerinde bulamazlar. 

Çekip gidemez, hiçbir gerçek harekete girişemez, alışmış oldukları kötü zeminde yalan olduğunu bile bile ucuz bir hikâyenin içinde yaşar, ellerinde eciş bücüş ne varsa onunla siftinir, onu yüceltirler. 

Ruhları sıvılaşmıştır, başka bir hayat hayal edemez, başkasının hayal etmesini de kabullenemezler. Bu yüzden tüm mahallelerde ancak kendilerine benzeyenler tarafından temsil edilirler. 

Artık böyle bir zeminde, insan hayatı söz konusu olunca istifa edecek kadar onurlu, “aslında hep birlikte kurtulabiliriz” diyecek kadar işgüzarlardan kötüsü yoktur. Sesleri kesilmeli, gerekirse iftira ve yalanla başları ezilmelidir. 

Canetti, İnsanın Taşrası’nda “Birbirlerini ancak insanlar kurtarabilirler. Bu yüzden Tanrı, insan kılığına girmekte” der. 

Kendileriyle yüzleşme cesareti bulamayanlar, Tanrı’nın elini cebinden çıkartmasına değecek kıymetleri olduğunu hatırladığında, tüm aynalar hakikati gösterecektir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları