Olaylar Ve Görüşler

Uluslararası ilişkilerin laikleşmesi ve Atatürk modeli

13 Haziran 2019 Perşembe

1.5 milyarı aşkın nüfus ve 58 İslam ülkesinden oluşan İslam coğrafyasında, her ne kadar uygulamada tartışılsa da, yalnızca Türkiye laik bir devlet ola­rak karşımıza çıkıyor. O da Cumhuriyetimizi kuran kadroların ve özelde el­bette Atatürk’ün; maceraperestlik gütmeyen, gerçekçi, uluslararası eşitliğe dayanan, laik söylemlerin merkeze alındığı dış politikalarının sayesindedir.

 

Geçmişten bugüne din-devlet ilişkilerinin tar­tışmalı boyutu, Ortaçağ Avrupa’sı dahil birçok coğraf­yada çatışmaya kadar varan noktaya ulaşmıştır. Avrupa ör­neğinde gördüğümüz monar­şi yönetimlerinin, kilise ve pa­pazların işbirliğiyle Avrupa’yı kana bulayıp dinin etkisini si­yasi alana da yayma hedefi, toplumu baskılama ve kontrol etme aracı olarak kullanılagel­miştir. Laiklik, bugün Avrupa için tartışmaya açık olmayan ve uzun mücadelelerden sonra edinilmiş yüce bir mirastır. Pe­ki, neden? Çetrefilli bir Aydın­lanma sürecinden geçen Batı halkları; 100, 30 ve 7 yıl savaş­larını yaşayıp; Reform, Röne­sans, Coğrafi keşifler gibi Kıta Avrupası’nı bilim, sanat, tek­nik, kültür ve sosyolojik olarak doğrudan etkileyen Aydınlan­ma evresini tamamlayıp siya­si ve toplumsal yeni yönetim­lerine ulaştılar. Yüzlerce yıllık bu mücadele içerisinde dinci engizisyon mahkemeleri başta olmak üzere despot yönetim­lerle dirsek teması içerisinde olan kesimler, Giordano Bruno gibi, sırf otoriter baskıya baş­kaldırıp bilimin ve laik değer­lerin yolunu tutanları acıma­sızca katlettiler. Bu gibi örnek­ler saymakla bitmez. Batı, bu­gün, geçmişte yaşadığı müca­delelerin sonucu olarak “insan eti”, “kan kokan” aydınlanma­sının temelinin kolay inşa edil­mediğini ve bugünkü özgür, la­ik ve demokratik ilke ve değer­lerinin; kilisenin dogmacı buy­ruklarından ve dinci kesimle­rin bağnaz tutumlarından uzak bir alana çekilmesiyle sağlan­dığının bilincindedir.

1215’ten günümüze
Batı, ayrıca, laik değerler et­rafında çevrelenen siyasi ve toplumsal yapı olmadan ger­çek bir demokratik düzenin de olamayacağını, gerek yüzlerce yıllık mücadelesinde gerekse Soğuk Savaş’ın otoriter yöne­timlerinin gölgesinin dolaştığı Avrupa’da deneyimlemiştir. İki numaralı savaşın ardından fa­şizmin yaralarını hızlıca saran, Batı ve Doğu Almanya’nın ve Avrupa’nın birleşmesi için ça­ba sarf eden Jean Monnet, Ro­bert Schuman, Konrad Adena­uer, François Mitterrand, Olof Palme gibi Soğuk Savaş’ın Av­rupalı liderlerinden uzun uzun bahsetmemize gerek yok sanı­rım. İnsan hak ve özgürlükle­riyle her geçen yıl yükselen ve bunu Avrupa’nın bütünleşmesi yönünde, Kıta Avrupası’nın ay­nı zamanda bir insanlık proje­si olan Avrupa Birliği (AB) ile hayata geçiren Batı’da, son za­manlarda yükselme eğilimin­de gözüken sağcı popülist par­tilerin ve Avrupa’nın Hıristi­yan kimliğini vurgulayan siya­si kampın sınırlandırılması yi­ne laik teamüllerin sayesinde olanaklıdır. Uluslararası ilişki­leri bir disiplin olmaktan çok, bilim dalı olarak görmemizin nedenlerinden biri: 1215 Mag­na Carta’yla iktidarın yetkileri­nin sınırlarını belirlemeye dö­nük girişimden başlayıp 1648 Vestphalia Antlaşması’yla ulus-devlet ve modern laik si­yasal sisteme geçişin ilk adım­larından, yukarıda saydığımız Aydınlanma süreciyle tamam­lanan yeni toplumsal ve siya­sal yapının nasıl şekillendiğini ve geçmişte laik değerlerden kopan bir ulusal ve uluslarara­sı yönetim anlayışının ne gibi felaketlere neden olduğunu ob­jektif bir şekilde incelememize fırsat verdiği içindir.

Laikliğin önemi
Son yıllardan ve günümüz­den örnek verirsek; ulus­lararası ilişkilerde laikli­ğin değerinin azınlıkta ka­lan toplumlarda daha iyi an­laşılabileceğini söyleyebili­riz. Örneğin, İsrail’in nüfu­su 8 milyondan biraz fazladır ve bu nüfusun 1.8 milyonu da Müslümanlar’dan oluşur. Ken­dini, Yahudi ulus-devleti ola­rak tanımlayan İsrail’de, laikli­ğin değerini en iyi anlayan iş­te bu azınlıkta kalan Müslü­man Filistinli İsrail yurttaşları­dır. Kendi dinlerini, gelenekle­rini, başta eğitim, sağlık ve hu­kuki olmak üzere birçok yerde laik bir devletin yaklaşımıyla kolaylaştırıp devam ettirebilir­ler. Öyle ki İsrailli Müslüman­lar her seçim döneminde, gele­neksel Arap partilerinin dışın­da, “ya sol partiler ya da mer­kezdeki laik partiler yönün­de” oy tercihlerini kullanmak­tadırlar; çünkü İsrail’in din­ci bir ülke profiline bürünme­si en başta onları etkileyecek­tir. Aynı örnek Mısır’daki Kıp­ti Hıristiyanlar için de geçerli­dir ki bu grup, ne yazık ki he­men hemen her Noel arifesi ya da gününde kiliseleri saldırıya uğrayıp teröristlerce hedef ha­line geliyorlar. Mısır’da Kıpti­lerin ibadet ve dini özgürlük­lerini ve laikliği; baskıcı, dinci bir yönetimin sağlaması müm­kün olabilir mi? Ya da Myan­mar’daki (Burma) Müslüman­ların, Budist çoğunluğunda, bı­rakın haklarını elde etmeyi; bir varlık olarak dahi tanınma­yıp bulundukları coğrafyalar­da başlarına neler geldikleri­ne hepimiz şahit olduk. Diğer taraftan, azınlıkta olmamaları­na rağmen, Suriye iç savaşın­dan kaçanların ilk istikamet­leri neden Batı Avrupa ülkele­ri olmuştur? Neden en yakının­daki “aynı ümmetten olan din kardeşlerinin ülkelerine” sı­ğınmak istememişlerdir? Dik­kat edilirse baskı gören ya da azınlıkta kalan; dini, siyasi bir otorite ya da belirli guruplar tarafından hor görülüp kendi­ni tehdit altında hisseden ke­simler, laikliğin değerini sanı­rım Türkiye’de yaşayan Sünni çoğunluktan daha iyi anlaya­caklardır.

Demokrasi ve laiklik
Ülkemizde “laikliğin teme­li demokrasidir” gibi yanlış bi­linen kanının aksine, gerçek­te; “demokrasinin temeli laik­liktir”. Bireyler arasında ve bi­rey-toplum, birey-devlet iliş­kisinde laik değerler ve norm­ların var olmadığı bir ülkenin demokratik olduğu iddia edile­bilir mi? 21. yüzyılın ilk çeyre­ğini yaşadığımız bu anda, laik olmayıp da demokratik hukuk devleti olan bir örnek gösteri­lebilir mi? Türkiye gibi nüfu­sun çoğunluğunu Sünni Müs­lümanların oluşturduğu bir ül­kede laikliğin değerini anlaya­bilmek için ya İsrail, ya Mısır ya da buna benzer coğrafyalar­da yaşamak gerekiyor. Belir­li bir kesimin kasıtlı olarak ka­raladığı ve esasında, bu top­raklardaki yegâne “var olma nedenimiz” olan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması, Türkiye’de yaşayan azınlıkla­ra dini ve ibadet özgürlükleri­ni vermesinin yanında “anaya­sal olarak da laik bir ülkenin” sınırları içerisinde kendilerine bu güveni ve güvenceyi de sağ­lamıştır.
Bugün, İsrail başbakanının Yahudi milliyetçiliğini ister is­temez dini motifleri, sembol­leri (Tapınak tepesi, Kotel-Ağ­lama Duvarı vs.) de içine kata­rak bir dini söylem geliştirip bunu sadece ulusal birliği de­ğil de ülkesinin Filistin sorunu ve uluslararası ilişkilerine etki edecek boyuta taşıması; bizde­ki siyasal İslam temsilcilerinin Şam Emevi Camii ve Kudüs’te namaz kılma gibi söylemle­ri, Avrupalı aşırıcı Katoliklerin kendilerine has söylemleri ve Amerikan Evangelistlerinin sü­rekli bir Armageddon’u işaret etmeleri, uluslararası ilişkile­rin yapısının laikleştirmesinin elzem olduğunu, olası ayrışma ve çatışmaların önüne geçebil­mek ya da yaşadığımız yer kü­rede bir arada yaşama ülkü­sünden başka tercihimiz olma­ması gerektiğini kanıtlamakta­dır ki o da laik toplum değer­lerine sıkıca sarılmış ve bunu uluslararası ilişkilere de yan­sıtan yeni bir uluslararası si­yaset dilidir. Amerikan hege­monyasının şahin savunucusu Trump gibi liderlerle bu müm­kün olabilir mi?

Cumhuriyetimiz ve değeri
Dini farklılıklarımız ya da inançsızlıklarımız, toplumsal hoşgörüye ve bir arada yaşama (coexist) ülkümüze neden engel olsun ki? Kutsal din duyguları­nı ve tarihsel zenginliklerimiz­den olan inanç tarihinin biri­kimlerini, insanlığın kötülüğü­ne kullanan her türlü uluslara­rası şiddet, çatışma ve terörün yıkıcı etkilerini, laik değerleri­mizle aşabiliriz; ancak laikliği, “yumurtanın sarısıyla beyazı­nı ayırır tarzda”, “sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayır­mak” gibi basit tanımıyla algı­lamamak koşuluyla!... Demok­rasinin ve demokratik zengin­liklerimizin toplum yararına iş­lemesinde, laikliğin en belirle­yici “ilk harç” ve “ilk gerek” ol­duğunu akıldan çıkarmama bi­linci; küresel siyaset ve ulusla­rarası ilişkilere damgasını vu­ran terörize hareket ve saldırı­ların arttığı günümüzde daha­da önem kazanmaktadır. Merak edenler; Taliban, El Kaide, Eş Şebab, Boko Haram gibi terör örgütlerinin, uluslararası sis­temde ve özellikle Afrika ve Or­tadoğu gibi bölgesel alt sistem­lerde, başarısız devletlerin (fai­led states) üzerinden nasıl orta­ya çıkarıldıklarını inceleyebilir­ler. Özellikle, Ortadoğu’nun te­okratik (dini), kleptokratik (ai­levi), otokratik (tek adam) ve kakistokratik (en niteliksiz) yö­netimlerinin “demokrasicilik” ve “laikçilik” oynadığı geçmiş­leri bu durumun kanıtıdır. 1.5 milyarı aşkın nüfus ve 58 İslam ülkesinden oluşan İslam coğ­rafyasında, her ne kadar uygu­lamada tartışılsa da, yalnızca Türkiye laik bir devlet olarak karşımıza çıkıyor. O da Cumhu­riyetimizi kuran kadroların ve özelde elbette Atatürk’ün; ma­ceraperestlik gütmeyen, ger­çekçi, uluslararası eşitliğe da­yanan, laik söylemlerin merke­ze alındığı dış politikalarının sayesindedir. Türkiye, devrim kanunlarıyla sadece içeride de­ğil; uluslararası ilişkilerinde de laik bir kimliğe bu sayede bü­rünmüştür ve modern uluslara­rası ilişkilerdeki yerini bu ku­rucu kadroların ileri görüşlü­lüğüne borçludur. Uluslararası ilişkilerin laikleşmesi konusun­da, savaşı, “zorunlu ve haya­ti olmadıkça bir cinayet” olarak tanımlayan Atatürk’ün dış po­litika ve devletler arası ilişkiler anlayışının laik temelleri, her türlü dinci ve aşırılıkçı radikal unsurlara karşı, medeni dünya­nın gelişmelerinden yararlanıp “yeni insan” yaratmada uygar­lığı rehber edinen bir rol model olarak, 21. yüzyıl dünyasına da örnektir. Laik Cumhuriyetin or­taya çıkışı ve özellikle Cumhu­riyetimizin ilk yıllarında uygu­lanan dış siyasa, bunun en iyi kanıtıdır.

REMZİ ÇETİN
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi


 
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları