Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Türkiye’nin nefes borusu: Kıbrıs
KIBRIS SORUNU-2
1960 Anayasası uygulanması çok güç olan bir yapı getiriyordu. Laiklik ilkesi bile “unutulmuş” ve Makarios’un önü açılmıştı. Tüm bunlar da NATO içinde kavga olmasın diye verilen tavizlerdi. Nitekim bu sistem 3 yıl içinde çöktü ve Aralık 1963 krizi patladı. Bu kriz Türkiye için hiç bir zaman iyi sonuç vermeyecek bir belge olan Johnson Mektubu ile neticelendi. Bu mektup ancak 2 yıl sonra basında yer alabildi. 1964 krizi sonrasında sorun artık BM’ye devrolunmuş, Türkiye’nin çok güvendikleri Garanti Anlaşması’nın hiçbir değerinin olmadığı ortaya çıkmıştı. Rumlar en büyük garantör olarak BM’yi öne sürmüşlerdi. Makarios Bağlantısızlık hareketine 1961’de kurucu üye olmuş ve çok sayıdaki ülkenin tam desteğini almıştı. Bu kanalla Sovyetler ve sosyalist ülkelerin de desteğini alabiliyordu. Geleneksel “Helenofil” duygular ise Batılıları Rumların doğal destekçisi haline getiriyordu. Bölgede tüm bu stratejiler ilerlerken Türkiye o dönem iç krizler ve sağsol çatışması ile uğraşıyordu.
Yunanistan’da 1967’de CIA desteği ile kurulan Albaylar Cuntası birkaç ay içinde Kıbrıs’ta yeni bir krizi tetikledi ve Türkiye müdahaleden son ayda caydırıldı. Bunda ABD’nin yoğun çabası ve Cunta üzerindeki baskısı etkili olmuştu. 1974’e gelindiğinde ise çöküş halindeki Cunta son bir hamle olarak Sampson’a bilinen darbeyi yaptırdı. Bu kez Türk müdahalesi kaçınılmaz hale geldi.
Bülent Ecevit’in İngiltere ile ortak müdahale girişimleri sonuç vermedi ve Türkiye’nin müdahalesi ile Kıbrıs’ın kesin bölünme süreci başladı. Müdahalenin iki aşamalı olması, BM’nin ateşkes kararına bu hedeflere ulaştıktan sonra uyulmasının tercih edilmemesi zorluklar yarattı. Tüm bunlara ek olarak, yapılan başka bir hata ise Kıbrıs başarısının verdiği prestiji kullanmak isteyen Bülent Ecevit’in hükümeti bırakmasıydı
Müdahale sonrası başlayan ABD silah ambargosu ve karşılığında bazı üslerin kapatılması, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çekilmesi Batı ittifakında ciddi konulardı. Bu konular 1980’de 12 Eylül askeri müdahalesi ile çözüldü. Bu müdahalenin gerekçesi olan sağ-sol bölünmesi ise bir tuzaktı. Hem Kıbrıs nedeniyle Batıya ters düşen Türkiye’ye yeni bir yön verilmesi, hem de Türkiye’de her zaman olduğu gibi aşırı solun ezilmesi anlamına geliyordu. Gerçekte ise 12 Eylül’ün terörü önlemek için yapıldığı tezinin değil, terörün 12 Eylül gerçekleşsin diye azdırıldığı çok sonraları anlaşıldı. Kıbrıs müdahalesinin tüm bu süreçlerin başlangıcı olduğu söylenebilir.
12 Eylül rejimi uluslararası alanda yapayalnızdı. ABD, Pakistan ve bazı gerici Arap devletleri dışında bu ara rejimin hiç dostu yoktu. Kenan Evren 1988’e kadar bir Avrupa ülkesine gidemedi. Bu yalnızlık ortamında BM Genel Kurulu Mayıs 1983’te Kıbrıs konusunda, bu sorunun tarihinde en sert ifadeler içeren bir karar alınca, buna tepki olarak Türkiye’nin de özendirmesi ile Kıbrıs Türk Federe Devleti 15 Kasım 1983’te bağımsızlık ilan ederek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını aldı. Kıbrıs Türkleri 1975’de ilan ettikleri “Federe Devlet” statüsündeyken, 1977 Denktaş-Makarios ve 1979 Denktaş-Kipriyanu anlaşmalarında da öngörülen “iki toplumlu-iki kesimli” (bi-zonal, bicommunal) sisteme uygun bir tavır söz konusu idi. Bağımsızlık ilanı bu iki prensip anlaşmasını uygulanamaz hale getirdi. Türkiye idarecileri ise bu süreçte çelişik tutumlar sergilemeye devam ettiler. Rumlar böyle yapmadılar. Bağlantısızlık Hareketi’nin, Soğuk Savaş’ın bitişiyle etkisizleştiğini gördüklerinden 1990’da AT’ye tam üyelik başvurusu yaptılar. Yunanistan’ın desteği ve şantajları ile de 2004’te bu hakkı kazandılar. Artık mesele Türkiye- AB meselesi haline gelmişti. Tıpkı önceki dönemlerden Türkiye-NATO meselesi haline geldiği gibi...
1974 Barış Harekâtı’ndan sonra biraz da dünyadaki siyasi gelişmelerin zorlamasıyla Türk dış politikası Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü çözüm kabul eden bir yaklaşımı benimsemek zorunda kaldı. Bu politik anlayış 2000’li yılların başına kadar çok fazla soruna sebebiyet vermeden uygulandı. Fakat Rumların AB üyelik sürecinin başlaması ile çözümsüzlüğün çözüm olduğu bir dış politika anlayışı artık sürdürülebilir değildi. Bu nedenle özellikle 2003 yılından sonra hem KKTC’de hem de Türkiye’de çözüme yönelik girişimler uygulamaya konuldu. Oysa AB’nin GKRY’e sağlamakta olduğu koşulsuz destek nedeniyle bu manevralar başarılı olamadı ve Kıbrıs’ta iki toplumun haklarını garanti edebilecek bir çözüme ulaşılamadı. Devletlerin dış politikalarında iç dinamiklerin etkisiyle yapılan hatalar ve ihmal edilen sorunlar daha sonra yığılmış olarak tekrar su yüzüne çıkar. Çözümsüzlüğün tek sorumlusu olarak Yunanistan ve GKRY’i görmek sorunları çözmeyecektir. AB ve BM, ABD ve Avrupa diğer tüm konularda farklı düşünseler de, Kıbrıs konusunda toplu halde Rum tezlerini desteklemektedirler. AB Kıbrıs çözümünde tarafsız kalabilseydi ya da eşit bir çözümden yana ağırlığını koyabilseydi, ya Güney’e baskı yaparak KKTC’yi GKRY ile birlikte AB üyeliğine alır, ya da Türkiye’nin tam üyeliğinin önünü açar ve Türk tarafının elini rahatlatırdı. AB yetkilileri Yunanistan’a olan hayranlıkları nedeniyle bunun tam tersini yapmayı tercih etmiştir.
Sonuç olarak Kıbrıs:
Kıbrıs, tarih boyunca birçok uygarlığın bir arada yaşadığı bir ada olmuştur. Kıbrıs, hiçbir dönemde bir milletin veya bir devletin, sadece kendi dininden veya ırkından olanlara yaşama hakkı tanıdığı bir ada olmamıştır. Büyük önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Kıbrıs, stratejik olarak ve Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Adadaki Türk varlığının korunması, Türkiye açısından hayati öneme sahiptir. Kıbrıs kaybedilirse, Türkiye nefes alamaz hale gelecektir. Doğalgaz ve petrol boru hatlarının İskenderun Körfezi’ne kadar uzanması, bölgenin ve Kıbrıs’ın stratejik önemini bir kat daha artırmaktadır. Kıbrıs konusunda, bölgenin stratejik önemini yansıtan birçok jeopolitik hesabın yanı sıra Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının küresel güçler tarafından kullanılması da etkili olacaktır. Kıbrıs’ın üzerinde oynanmak istenen oyunlar, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri tarafından asla kabul edilmemelidir. Bazen çözümsüzlüğün de bir çözüm olabileceği unutulmamalıdır. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, 1897 savaşından galip çıktığı halde barış masasında Girit’te uluslararası yönetimin temsilcisi sıfatıyla Yunan prensinin hâkimiyetine izin vererek egemenlik haklarını kaybetmiş, Ada’da yaşayan Müslümanların katledilmesine neden olmuştur. Eğer Kıbrıs’ın kaderi de Girit’e benzerse, bu büyük sorumluluğun altından ne Kıbrıs, ne de Türkiye’deki siyasi iktidar kalkabilir. Hiçbir Türk makamı, hiçbir Kıbrıslı Türk, var olan bir devleti ortadan kaldıracak anlaşmaya imza atamaz, atmamalıdır.
YAŞAR SERT
Öğretim Görevlisi
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
En Çok Okunan Haberler
- Kendisini canlı canlı dev yılana yutturdu!
- Cumhuriyet Savcısı açığa alındı!
- Ankara’da konuşulan iddianame
- Erdoğan'dan RTÜK'e 'hızla tedbir' talimatı
- ORC'den çarpıcı 'Karadeniz' anketi
- İYİ Parti'de Akşener krizi
- Real Madrid Arda Güler için son noktayı koydu!
- Bahçeli'nin çağrısıyla ilk adım
- 'LBGT faaliyeti içinde olan bir derneğin...'
- Ali Koç, Türkiye’ye neden yatırım gelmediğini yorumladı