Olaylar Ve Görüşler

Kalabalık cenazelerden yalnızlığa

13 Nisan 2019 Cumartesi

Kaftancıoğlu’nun tek bir suçu vardı: Halkını sevmek, Anadolu’yu sevmek, güzel bir dünya için yazmak, savaşmak ...

Yetmişli yılların aydın öldürümlerinden kalan simge isimlerdir her biri. Ümit Doğanay, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Sevinç Özgüner... Öyle uzun bir liste ki...Belki de yarım kalan şiirdir her biri.
Öte yandan, öldürüldükleri zaman toplumun geniş kesiminde büyük hüzne, acıya, isyana yol açan isimlerdir, sıraladığım.

On’lardan sonra...
Binlerce kişinin katıldığı cenaze törenlerinde yakalara, “Yeter artık, aydınlarımızın üzerinden o kara elinizi çekin!” haykırışının asıldığı. Peki, bugün genç kuşaktan kaç kişi bu isimleri biliyor? Belleğin gerisinde egemen düşüncenin ayak izleri yok mu? Cömert’in çalıştığı “estetik kuramı”nın sanatın her alanında daraltıldığı, Tütengil’in bir sosyolog olarak incelediği köy sorunlarının ötelendiği, Özdemir’in koorperatifler birliğinin çuvallatıldığı, Doğanay’dan sonra hukukun arapsaçına döndürüldüğü günleri yaşadık. Onların yalnızca bedenleri değil, ülkemiz adına tasarladıkları gelecek projeleri de katledildi. Böylece hepsi, “unutturulan aydınlarımız” müzesinin balmumundan kahramanları olarak kaldılar. Süreçte, anılarına yapılan anmalara katılımlar azaldı. Mezarlık buluşmaları yalnızca eş, dost, akrabalarla gerçekleştirilmeye başlandı.
Tıpkı, 1980 yılının nisan ayında karanlık güçlerin yaşamına son verdiği yazar, derlemeci, prodüktör Ümit Kaftancıoğlu gibi. Çok değil, birkaç ay sonra, 12 Eylül darbesinin ardından, ailesi Kaftancıoğlu’nun kaleme aldığı yapıtları basacak yayınevi bulamayacak, birkaç kuşak onun eserlerinden mahrum kalacaktı. Süreçte edebiyata dair bakış açısı da değişecek, “köy romancılığı” küçümsenecek, Kaftancığlu da bu alanda eserler verdiği için dudak bükülecekti. Tıpkı bir zamanlar Sabahattin Ali’ye yapıldığı gibi.

Bu topraklardandı...
Oysa Kaftancıoğlu, Anadolu’nun sistemli bir biçimde çölleştirilmesinin karşısındaki dirençti. Köyün olanaksızlıklarla dolu koşullarında bile okumayı başaran bir fidandı. Bu yüzden eserleri, doğduğu topraklarla harmanlamış, söyleyişiyle bütünleşmişti. Anadolu’nun ta kendisiydi. Yaşamöyküsünü de, “İlkokula 1942 yılında başladım. İlkokula giyecek giyimim yoktu. Diz boyu, adam boyu karı yalınayak çiğnedim. Üstelik karnım da açtı” diye kaleme alıyordu.
Kaftancıoğlu’nun ilk öykü kitabı “Dönemeç”e adını veren öyküde söz edilen, dört çocuğun okumak için köylerinden kalkıp Cilavuz’a kadar, yolda yaşananların, başlarından geçenlerin anlatımıdır. Yolculuk boyunca çocukların karşısına gerçeklikle yer yer iç içe geçmiş masal kahramanları gibi hikâye kişileri çıkar: Atlılar, “Dönemeç”in başkahramanı Garip’i Ur’un beyi sanıp kamçılar. Kısırdağlar’da ot yığınlarının altında sabahladıklarında ise karşılarında bir ihtiyar çıkar. Onları ısıtır, doyurur, giydirir. Böylece Anadolu’nun kötülükle ve iyilikle harmanlanmış insanları hayat bulur. “Ulgar” öyküsünde de, Kol köyünden kışlık yiyecekleri olmayan kırk kişilik bir topluluk karakışta Ardahan’ın yolunu tutar. Türlü sıkıntılardan sonra arpalarını alıp köye dönerlerken dağda tipiye yakalanır. Hepsi ölür. Kaftancıoğlu, tıpkı Jack London’un “Vahşetin Çağrısı” ve “Beyaz Diş” romanlarında olduğu gibi, doğa ve insan savaşımını, “şiddet” üzerinden anlatmaya çalışır. Tam da Amerikalı şair, Allen Tate’in, “şiirlerimi kaçışı olmayan insan hallerine yorumlar olarak adlandırıyorum” sözüne oturan bir bakış açısıdır bu. Hayat ve ölüm başkahramanlardır aslında. Görsellik her zaman ön plandadır.
Özyaşamından esinlenerek kaleme aldığı “Yelalan” romanında, yine Kars ve Ardahan girer edebiyatın sınırlarının içine. Bir yandan Gıdaşır ailesinin yaşamda kalma serüveni merkez alınırken bir yandan da köyün toplumsal yaşamından izler verilir: Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’ndeki Irazca gibi düzenin koruyucusu olarak çıkar karşımıza.
Ümit Kaftancıoğlu’nun bir başka özelliği bölge ağzını, yerel dili son derece dokunaklı kullanıp bir derlemeci olarak yazında da çalışmasıdır: “Tarla tapandan elim varmıyor / Bizim işimiz bunlar gibi yüngül değil. Selim bir ara yanladı.” Bununla birlikte okurun işini kolaylaştırmak için “Yelalan” romanının sonuna bir de sözlük koymuş, kendi yöresine dair sözcük çalışmasını adeta bir dilci duyarlılığıyla yapmıştır. Şunu da eklemek gerekir: Kaftancığlu yalnızca yazınımızda değil pek çok alanda çalışmalarını sürdüren Anadolu aydınlanmacısıdır. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünün dermemecisi de odur, mesela.

Aydınların yazgısı
Yaşamının son döneminde, TRT’de “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bucağı” radyo programlarında kendi deyişiyle gerçeğe ayna tutmaya çalışan Kaftancıoğlu, Ümit Doğanay’ın cenazesinde saldırıya uğrar. Şişli Cami’nin avlusunda yerlerde sürüklenir. Dipçikle kaburga kemikleri kırılır. Oysa bu ülkenin aydınlarının yazgısıdır bu. Tıpkı Muammer Aksoy’un cenazesinde Uğur Mumcu’nun, öldürülen arkadaşının fotoğrafını tabutunun başında taşıması gibi. Öldürülüşünden on gün önce “Altın Ekin” adlı çocuk romanı Kültür Bakanlığı’nca on beş bin basılmasına rağmen siyasal iktidarın değişmesi karşısında sakıncalı bulunarak depoya kaldırılır.
11 Nisan günü kızını okula götürmek isterken on sekiz ile yirmi yaşlarındaki iki tetikçinin yaylım ateşine tutulur. Kızı, tesadüfen kurtulur. Hastaneye kaldırıldığında ise çok geçtir.
Kaftancıoğlu bir söyleşisinde, “Yazdıklarımızın, kişi ve toplum, sınıflar, uluslar, çağ üstünde bir etkisi yoksa, bir değişiklik yapmayacaksa neden boşuna yorulalım? Elbette bir değişimi amaçlıyoruz” diyordu. Tek bir suçu vardı: İnsanları, halkını sevmek, Anadolu’yu sevmek, güzel bir dünya için yazmak... Bunun için savaşmak. Öldürüldüğünde tam kırk beş yaşındaydı. Geriye unutturulmaya çalışılan aydınlarımızdan birinin daha sepya fotoğrafı kaldı.

Eren Aysan



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları