Olaylar Ve Görüşler

Bülent Oran: Bir Yeşilçam senaristi

16 Şubat 2019 Cumartesi

Yıllar vardı görmeyeli; ölümünden birkaç hafta önce bir televizyon programında görünce şaşırdım birden, inanasım gelmedi, ölüm gözlerindeydi en çok, ürperten bir şeyler vardı.
Geçmiş Türk sinemasının Gregory Peck’i (Romantık jön) güldürü yazarı, değil Türkiye’nin, belki de dünyanın en “verimli” senaristi olmaktan başka, bir yaşam ustası, incelikli dostluğun ve ilişkilerin simgesi gibiydi o; bir zamanların İstanbul’undan geliyordu.

‘Üç İstanbul’ senaryosu
Çok okuyor, her sanatı izliyor, hiç olmayacak şeylerden yaşamın tel tel güzelliklerini çıkarmasını biliyor, kendini koşullara zincirlemiyor, küçük küçük keyiflerle idare ediyordu. Bütün yüzüyle gülümsemesi, güzel bakması bundandı belki de.
Bitmeyen bir güzellik gibiydi annesi içinde, öyle düşündüm hep. İkimizin de tanıdığı ve onun, annesine çok benzettiği güzel bir kadını ne zaman görse, “anne” diye takılışını, annesini görmüşçesine sevinişini unutamam. Neydi bu? Yıllar önce ölmüş annesiyle mi ısınıyordu hâlâ? Hâlâ o ılıklıkları mı arıyordu.
Hüzünlü bir gülüş gibi o anılar artık; vücudunun bir parçası olmuş o fötr şapkasıyla Taksim Meşelik Sokak’taki kitapçı dükkânıma gelişi, müşterilerle benden çok onun ilgilenişi, sıfır numara jelatin arayışı, jelatini ağzına alıp alıp ısırışı, bahçesi ıhlamur ağaçlı Aya Triyada Kilisesi’nde zaman zaman mum yakışı, bir zamanlar oturduğu Afrika Hanı’nın üst katının penceresinden düşüp ölen kedisine, kaldırıma oturup ağlarken, insanların onun sevdiği bir yakınını yitirdiğini sanıp “Başın sağ olsun, başın sağ olsun” diye avutmalarını anlatışı, olay yeni olmuşçasına yüzünün gölgelenişi, çok ustaca yazdığına inandığı “Üç İstanbul” senaryosundan ne zaman söz etsek, birden heyecanlanıp, “Aylarca çalıştım... aylarca çalıştım...” derken gözlerinin içinin gülüşü, kimi içkili yerlerde, sarhoş birilerinin alaturka şarkıcı Bülent Oral’la Bülent Oran’ı karıştırıp, illa da bir şarkı diye tutturmaları ve onun, “Dediğinizi yaparsam, çil yavrusu gibi dağılırsınız, lokanta boşalır” deyişi, şişirme naylon sevgilisi(!) Melahat’ı muziplik olsun diye her sorduğumda, çocuksu gülüşü, Tahtakale’deki bitpazarından yok pahasına satın alıp giydiği gocuk, ceket gibi şeyleri bana gösterip uzun uzun övüşü ve daha böyle nice ilginçlikler...

‘Türk filmi gibi’
Kuşkusuz küçümsenerek söylenen, “Türk filmi gibi” sözünün yaratıcılarındandı o da, eleştirileri bilmiyor değildi. Ama yine o, köyden gelip varoşlara sığınanların, yarım yamalak okumuşların ya da hiç okumamışların, berber ve motorcu çıraklarının, dikişçi kızların, varsıl koca düşleyen mahalle güzellerinin, bıçkın delikanlıların, “kader kurbanlarının”, köşeye sıkışmış lümpenlerin birkaç saatliğine mutlu olmalarında kendi payı olduğunu da bilirdi. Bilirdi ve mutlu olurdu. O filmler ki, hep ışıltılı “star”larla yaşanıp sevilse de, öyküyü yazan anılmasa da.

İrfan Yalçın / Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları