Olaylar Ve Görüşler

Aydınlığın gücü

01 Temmuz 2019 Pazartesi

“Aydınlığın gücü varsa karanlık kaçar.”
Gılgamış Destanı M Ö 2000

Sonsuz doğanın gizemine tanık olan toplumlar geleceğin de habercisi olmuşlardır. Her yok edilmeye karşın bugün de her mevsim yenilenip çiçek açarken sesini, rengini, rüzgârını, fırtınasını, sevincini, coşkusunu... Hatta nasıl olup da toprağa karıştığını, Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden nasıl doğduğunu sorgulayan toplumlar bu gizemin kapılarını aralayabiliyorlar ancak. Bakmak ile görebilmek arasında ki uçurumdur bu. “Bakmak ile görmek” arasındaki fark, uygarlıkları yaratmıştır. On iki bin yıldan beri Anadolu coğrafyasındaki uygarlıkların birbirini izlemesi, birbirinden etkilenerek yarınlara kalabilmesindeki gizem de bu. Çünkü doğduğun yer değil olduğun yerdir önemli olan: Hele bizim gibi göçer toplumlar için. Yunus Emre’nin, “Bana rahmet yerden yağar,” ya da “Çiğ idik piştik elhamdülillah” diyebilen Yunus Emre’nin deyişini, günümüzde nasıl yorumlarsanız yorumlayın.
Önemli olan hayatın farkında olmak! Farkındalar mı?
Üç yanı tuzlu denizlerle çevrili bu topraklarda, görkemli uygarlıklara bakıp “onlar bizden değil” diye çırpınsalar da, konup göçen toplumların bugün de beslendiğimiz Anadolu coğrafyasındaki büyük serüveni, kültürel miras olarak bize kalmıştır. Dile kolay, üstelik on iki bin yıldan beri ve hiç ara vermeden. Toprağı, suyu, şiiri, şarkısı, dansı, destanı, mimarisi, süslemesi ve ürettikleri ile. Yaşanılanın farkında olmadan kolay değil yarınlara kalabilmek. Sanırım, “üç yanı tuzlu sularla çevrili”, demem yerine dört yanı demem daha doğru olur. Neden mi?.. Anadolu topraklarında doğup ve salına, salına dolanıp binlerce kilometre yolu aldıktan sonra Basra Denizi’ne dökülen Dicle ve Fırat Nehri yeryüzü uygarlığını besleyen uygarlıkları yarattığı için. Su uygarlıktır: Asur, Babil, Akad ve Sümer, yani bugün kan gölüne dönen Mezopotamya uygarlıkları ile Anadolu; arkeologlar , antropologlar ve toplumbilimcilerin “Bereketli Hilal” diye tanımladığı coğrafyanın elbette ki ‘bekleme odası’nda değiliz. Bu bir seçim değil; var olabilmenin anlamı. Ne yazık; hiç bu kadar yoksul olmamıştık kendi topraklarımıza baka baka: Ne geçmiş ne gelecek!
Yaşadığımız toprakların farkında olmak o nedenle kolay değil. Her birimizin üzerine ölü toprağı serpilse de çulsuz değiliz; ardımızdan gelen uygarlıklarla yıkanmış özgürlük duygusu, bunca kalabalığa, yoksunluğa karşın onur, direnç ve umudunu hiç yitirmedi. Çünkü doğa her mevsim kendini yeniliyor. Çünkü, arkasında bu toprağın şiiri, bereketi var. Çünkü, istense de istenmese de biz, “bu toprakların kiracısı değiliz.” Çünkü, Kuvayı Milliye’nin kağnıları, kadınları var arkamızda. Aykırı dal üstünde çiçek açan bir doğa nasıl dışlanabilir?

Naif bir tek cümle
Ama bir gün, hiç beklemediğimiz bir anda, otobüsün peşinde nefes nefese koşturup naif, küt küt atan yüreği ve gülümseyen yüzü ile biri, umudun ve barışın güvercinini konduruverdi: “Her şey, her şey çok güzel olacak abi.”
Reklam ve iletişim dünyasını kıskandıran 16 yaşındaki Berkay’ın , (kendisinin de çoğalacağını, sele dönüşeceğini düşünemediği) yüreğindeki bir tek cümlesine, Anadolu coğrafyasında yaratılan bir masal ya da destan gibi dilden dile birden yayılmasına, hangi siyasal yapı karşı çıkabilirdi? Bu nedenle Gılgamış Destanı’nı anımsadım: “Aydınlığın gücü varsa karanlık kaçar / Gerçekten ölen artık göremez ki güneşin aydınlığını.”
Kültür ve sanatın, bilimin; yeşeren, çiçeklenen her şeyin hiçlendiği, yok sayıldığı, on iki bin yıllık bu görkemli mirasın, doğadan esinlenip gelecek kuşaklara armağan edilmiş varlık nedenimizin aydınlığını nasıl toprağa gömebiliriz? “Tu kaka” eden bir aymazlık nasıl geleceğimizi ipotek altına alabilir? Bilinen gerçek: Varsa da yoksa da çil çil altın! Yazar kasa gibiyiz. Sormalı: Öbür dünyada altın borsası nasıl? Shakespeare’den yinelediğimi bir kez daha aktarayım; ‘züğürt tesellisi’ diyebilenler olsa da: “Parlayan her şey altın değildir.” Bu alıntıma dudak bükenlere sevgili dostum Güngör Dilmen’in, kral “Midas’ın kulakları” oyununu, efsanesini öneririm. Kral Midas: “Tek dileğim. Tuttuğum her şey altın olsun,” demiştir. Ve efsanede Midas’ın dileği yerine getirilmiştir!

Ödünç alınan yıllar ve aynalar
Albert Camus’ü anımsadım:“ Uygarlıklar onun bunun kulağını çekmekle kurulmaz. Uygarlıkların çatışması, düşüncenin kanamasıyla, acı ve yürekle kurulur” demiş Camus. Betona bulanmamış toprağı bol olsun! Yeryüzü coğrafyası hepimizin ortak böleni!
Yerleri sağlığında da münhal olan, bilmiş bilgeleri ekranlarda arada bir gördükçe seviniyorum! Tanrım ne bilgi, ne yakın/uzak görüş, kendine ne güven; nazar değmesin! Farkındalar mı, (kendilerinin de doğduğu toprakların), binlerce yıl öncesinden akıp gelen uygarlıkların izi ve birikimin üzerimizdeki tortusundan?
Kim söyledi köksüz, onursuz, doğayı ve güzellikleri hiçleyen bir toplum olduğumuzu? Rüzgârı arkasına almış ironi uçuşurken üstelik. Halil Cibran, “Güneşe arkanı dönersen, ancak kendi gölgeni görürsün” demiş. Biz de öykünelim biraz. Ödünç alınan yıllar için mi bu söz? Belki!
Her yolculuk, bir bedel kuşkusuz. Doğayı dışlamayan yolcunun karşısına toz toprak yollarda her zaman bir anımsatma çıkar karşısına. “Güzel tektir sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır.” Bu eskimeyen öngörünün üzerinden yedi yüz yıl geçmiş. Olsun! Aynalar giderek çoğalıyor, yitirdiklerimizi yeniden yansıtmak için. Tabii ki Mustafa Kemal ve arkadaşları ile yola koyulmanın keyfi başka. Herkese iyi yolculuklar...

GÜROL SÖZEN  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları