Feyzi Açıkalın

Had bildirmek için mahpusluk

26 Şubat 2019 Salı

Kasabanın en eski avukatlarından olan babamın, içinde bolca “müdde-i umumi” kelimesi geçen dava yorumlarıyla büyüdüm. “Hürriyeti tahdit” kavramını ise daha sonra öğrendim. 

Babam ağır cezacıydı. Nasıl olmasın? 1960’lı, 70’li yıllarda kasabada kiracılık mı vardı ki, anlaşmalara aracı olsun; mafyatik ticaret mi yerleşmişti, senet sepet işlerini takip etsin. Hatta, mesleğinin son yıllarında bu tür avukatlığı aşağılamışlığını bilirim. 

O zamanlar işlenen suçların bir özgül ağırlığı(!) vardı; ondan da öte somutluğu söz konusuydu. Adam öldürmek, yaralamak; kız kaçırma; kaçakçılık (Lübnan’dan!); muz kesme; hamile ineği bıçaklama; esrar satıcılığı; 1980 öncesi ev ve arabalara dinamit atmak kasabanın sıradan vakalarıydı. 

Suçlu yakalandığında kasabalı tümden ferahlardı. Kasabanın orta yerindeki hükümet binasında görülen davaları, pencerenin altına sinerek dinleyebilirdiniz. Hakim kararını verdiğinde dışardan alkış kopardı. Aynen Roma Kolezyum’unda parmakların aşağı inmesindeki gibi…

Günümüzün en battal ama en çok ışıklandırılmış binası olan adliye sarayının olduğu yerde, o yıllarda cezaevi vardı. Babamın dediğine göre o denli iğrenç koşullardaydı ki, burasını önceden gören bir zanlı suç işlemekten vaz geçebilirdi. 

Sıkça müvekkillerini görmeye oraya giderdi. Çok doğalmış gibi, “girip, çıkmak”, “yatıp, çıkmak” kelimelerini kullanan babam, oradan her gelişinde evde huzursuzluk çıkarırdı. Çünkü, bunca yılın deneyimli ceza avukatı insandı. Saklamaya çalıştığı üzüntüsünü doğal olarak bize, evdekilere yansıtırdı. 

İnsanın en doğal hakkı olan, “özgürlüğünü her koşulda sürdürebilmesinin” nasıl kısıtlandığına şahit olmak onu yoruyordu. Dolayısıyla biz hem onun duygularına ortak olduk, hem de özgürlüğün ne anlama geldiğini öğrendik. 

Suçun başka tanımlarının da olabileceğine ise üniversite yıllarında tanık olduk. Artık çocukluğumuzdaki o somutluk kalkmış, zor anlayabildiğimiz daha soyut kavramlarla insanlar zindanlarda çürütülmeye başlanmıştı. En büyük düş kırıklığı ise, bizim için soyut diye nitelenecek o suçların hep var olduğunu fark etmek olmuştu. 

İlk yıkılmam, “üç bizden, üç onlardan” diye fısıltıyla, daha doğrusu “tıslamayla” yayılan infaz gerekçesini duymakla oluştu. Demek böyle intikam, kısasa kısas kriterleriyle de adalet tecelli edebiliyordu. Babamın o gün çok üzüldüğünü biliyorum…

Son yıllardaki infazları ise ne yazmaya ne dillendirmeye insanın gücü yetiyor… 

Acaba diyorum, yılların ceza avukatı babam mezarından kalksa, yarım kalan mahpusluğunu sürdürmek için tekrar çağırılan tutukluların duygularına, düşüncelerine, davranışlarına tanık olsa…

Tevekkel olmayan yani her şeyi oluruna bırakmayacak denli bilgili, kültürlü, güçlü insanların sırf sevenlerini üzmemek için sakin durmaya çalışmalarını; bir süreliğine tatile çıkıyormuşçasına arkasından iş bırakmamaya özen göstermelerini; hatta bu konuda espiri yapmaya bile çalışmalarını izlese…

O, haklılık ve suçsuzluk duygusunun getirdiği zaptedilmez öfkenin yansımasını karşısındaki insanın göz bebeklerinde görse, kahrolur, erkenden göçüp gittiğine sevinir miydi?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları