Obama'dan Bombay'a Dünya Turu...

02 Aralık 2008 Salı

ABD istihbarat ve güvenlik kuruluşları bir süredir, büyük ve gösterişli bir terör eylemi bekliyorlardı. Beklenen eylem, geçen hafta Bombayda beklentileri aşan boyutlarda gerçekleşti.

Birçok yorumcu (ben de dahil) Obama yönetiminin, geçmişten bir kopuş olmaktan daha çok, Bush yönetiminin son döneminin bir devamı olmasını bekliyordu. Geçen hafta Obamanın ekonomi yönetim ve ulusal güvenlik/savunma kadrosu belirginleştiğinde, bu beklentiler de fazlasıyla gerçekleşti.

Böylece, son yılların en çarpıcı terörist saldırısının gerçekleştiği hafta, ABDnin yeni yönetimi de bu tip saldırıların arkasındaki sosyal, psikolojik ve ekonomik etkenleri daha da ağırlaştıran, neoliberal küreselleşmeci ve saldırgan militarist dış politika rotasından çıkmayacağını açıklamış oluyordu.

‘Çalıntı mektup’

Liberallerin Obamanın dış politikasıyla ilgili hayalleri bana Edgar Allan Poenun ünlü Çalıntı Mektup-Purloined letter öyküsünü anımsatıyor. Öyküde polis, hırsızın da kendisi gibi düşüneceğini varsayarak stratejilerini en karmaşık saklama yöntemlerinden hareketle tasarlar, ama mektubu asla bulamazlar. Çünkü hırsız, polisin düşünce yöntimini öngörerek mektubu, odasının ortasında, en göze çarpan yere koyarak saklamıştır.

Obama 2002 yılında, Chicagoda savaşa karşı yaptığı konuşmadan bu yana, Irak savaşını aptalca”, “yanlış yürütülmüş bir savaşolarak nitelemekle birliktetüm savaşlara karşı olmadığını, edebiyat eleştirmeni Suzan Sontagın, emperyal dış politikanın yerine geçen bir metafor olarak nitelediği terorizme karşı savaşa asla karşı olmadığını defalarca vurgulamıştı. Dolayısıyla Obama en militarist görüşlerini, en ortalık yerde, üzerinde en çok konuşulan Irak savaşı karşıtlığı ortamı içine saklamayı başarmıştı.

Hem Obamanın bu görüşlerinden hem de ABDde dış politikanın, yeni başkan göreve gelmeden önce belirlenmesi geleneğinden hareketle biz, kopuşhatta değişim, dönüşüm yerine, süreklilikbeklediğimizi vurgulamıştık. Obama da bizi yanıltmadı: Bush yönetiminin II. döneminde, neo-con politikalar iflas ettikten, Rumsfeld istifaya zorlandıktan sonra Savunma Bakanlığını devralan Gatesi görevde tutuyor; dışişlerinden sorumlu State Departmentin başına, Irak savaşını destekleyen, İranı yerle bir etmekle tehdit eden Hillary Clintonu getiriyor. Nihayet ulusal güvenlik danışmanlığını (kulağına en yakın ağız olma ayrıcalığını) emekli General James Jonesa vermesi bekleniyor. Tüm bu atamalar, The Economiste göre, bir sola kayış bekleyerek kaygılananların içini rahatlatıyor.

‘Tilkileri kümese bekçi yapmak’

Geçen hafta bir yorumcu, Obamanın ekonomi yönetim ekibine bakarak Bu, tilkileri kümese bekçi yapmaya benziyor diyordu. Çünkü, Obamanın ekonomi yönetimini teslim edeceği ekip, yaşanan mali krizin köklerinde yatan denetimsizliğin mimarlarından oluşuyor. Bu yüzden olacak, Obama hazine bakanının ismini açıklayıncatilkilerbayram yapmaya başladılar, ABD borsaları, ekonomi tepetaklak giderken, bir haftada son 34 yılın en büyük tırmanışını sergilediler. Neden olmasın, yeni Hazine Bakanı Timothy Geithner, New York Merkez Bankası başkanıydı, yani borsayı gözetim altında tutmakla yükümlüydü. Bugünkü mali köpüğün vezehirli varlıklarınoluşmasında rol oynayan serbestleştirmelerin, yatırım bankalarının ticari bankalarla birleşmesine olanak veren, türev piyasalarını serbestleştiren yasaların altında da Ulusal Ekonomik Konseyin başına getirilen Lawrence Summersin imzası var. Obamanın ekonomik danışmanlarından Paul Volcker neo-liberalizmi fiilen başlatan, 1982 borç krizini tetikleyerek gelişmekte olan ülkeleri IMF tuzağına iten adam. Geithneri de yetiştiren Rubin ise halen kurtarılmakta olan Citigrupun yönetim kurulu başkanı Özetle güneşin altında esas olarak yeni bir şey yok. Savunma, Askeri Sinai Kompleksin ekonomi de Hazine Wall Street Kompleksin temsilcilerinin eline bırakılıyor.

‘Komplo’ değil yapısal

Bombay katliamını, dünyada bir Müslüman soykırımı planlayan güçlerin komplosu olarak görmek, belki paranoyak bir yorumdur, ama hem bu olayla, hem de genel olarak terorizmolgusunda rol oynayan aktörlerin nihilist eğilimleriyle neo-liberal küreselleşme ve ABD militarist politikaları arasında bir yapısal belirleyicilik ilişkisi kurulabilir.

Filistin sorunundan, I. Körfez Savaşındaki katliamdan bu yana Müslüman topluluklardaki insanların, ABDnin Ortadoğu politikalarına karşı büyük bir nefret geliştirdikleri, aynı zamanda da derin bir iktidarsızlık duygusu ve umutsuzluk içine düştüklerini görebiliyoruz. Diğer taraftan neo-liberal küreselleşmenin getirdiği hızlı metalaşma, yabancı kültürlerle, anlamaya vakit kalmadan kaynaşmaya zorlanma sürecinin, insanların kimlik yapılarını parçaladığını, verili değerlerini anlamsızlaştırdığını, aidiyet sistemlerini değersizleştirdiğini, dahası onları ekonomik olarak yoksullaştırdığını, çaresizleştirdiğini biliyoruz. Böyle koşulların insanları savunma refleksiyle vatandaşlıktan koparıpsomut evrenselliklere(dini etnik aidiyetlere) doğru ittiğini de biliyoruz. Bu koşullarda insanlar genellikle yeniye direniyor, eskiyi korumaya çalışıyor, hatta moderniteden önce bozulmamış bir dönem hayal etmeye başlayabiliyorlar.

‘Salaam Bombay’

Hindistan özellikle de Bombay işte tüm bu dinamiklerin en şiddetle çarpıştığı yerlerden biri. Bir taraftan nüfusun yüzde 80ini oluşturan Hindular kendilerine yeni bir kimlik ve tarih yaratmaya çalışırken, giderek BJP gibi ırkçı, şoven milliyetçi ve militarist siyasetlerin etkisine giriyor, nüfusun yüzde 14ünü oluşturan Müslümanları bu topraklara sonradan gelmiş yabancılar olarak görüp şiddetle bastırmaya hatta tasfiye etmeye çalışıyorlar.

Buna karşılık ağır bir ayrımcılık, yoksulluk altında yaşamaya çalışan Müslüman nüfus, çaresizlik içinde dini kimliğine daha çok sarılırken özellikle genç kuşaklar, Ortadoğudan ve Afganistandan kaynaklanan militancihat yanlısıakımların yörüngesine çekilmeye başlıyor, Hindu ağırlıklı yönetimin baskıcı Keşmir politikaları da ateşe benzin döküyor. ABDnin Afganistan ve Irak işgalleri, Pakistana yönelik keyfi saldırıları, Somalide yarattığı kaos, yerel sıkıntılarla evrensel koşullar arasında bağ kurulmasına yol açabiliyor.

Bu koşullarda da terörist eylemler, başkent Delhiden daha çok Bombayda yoğunlaşarak kenti son yıllarda dünyada en çok terörist saldırının yaşandığı mekân haline getiriyor. Bombay Hindistanın mali merkezi, kültür endüstrisinin (Bollywood) kenti. Burası yerli, yabancı süper zenginlerin, ünlülerle uluslararası şirketlerin merkezlerinde çalışan Davos manle kaynaştığı otellerle, kahvelerle, gece kulüpleriyle dolup taşıyor, hipermodern gökkafesler, dünyanın en yoksul gecekondularına bakıyor.

Geçen hafta gerçekleştirilen saldırı da bu tanımlamaya çalıştığım yapısal özelliklerin simgeleri olan mekânları ve kimlikleri (Batılı, Hıristiyan ve Musevi) hedef alıyordu. Saldırı çok iyi örgütlenmişti, tutsak alıyor ama bir talepte bulunmuyordu, gençlerden oluşan militanlar en büyük fiziki ve kültürel etkiyi yaratma ve ölene kadar çatışma niyetiyle gelmişlerdi. Modernite karşısındaki nihilist tavır tam böyle bir şey değil mi?

Eylemin büyük bir başarıyla tamamlanmış olması, katılanların radikal Müslüman çevrelerde efsaneleşeceklerini, yeni eylemlere ilham kaynağı olabileceklerini düşündürüyor Obama yönetimiyse bu nihilizmin beslendiği yapıyı korumakta ve beslemekte kararlı görünüyor

 

er­[email protected] http://er­gin­yil­di­zog­lu.blogs­pot.com



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları