Demokrasi mi? Güvenlik mi?

22 Eylül 2014 Pazartesi

Önceki pazartesi yazımda, Henry Kissinger’in, “Batı” ürünü eski düzenin dağılmakta olmasına ilişkin iki denemesine değinmiştim. Bunlardan, Sunday Times’da yayımlanan “World in flames” (Dünya Alevler İçinde) başlıklı, siyasal İslam ve Ortadoğu üzerinde yoğunlaşanında rastladığım bir ifade, bana son yıllarda, “demokrasi” ile “özgürlükler”, “istikrar” arasındaki bağlantı üzerinde sürmekte olan bir tartışmayı anımsattı. Kissinger’in de bu tartışmaya dolaylı olarak katılmakta olduğunu düşündüm.

‘Bir devlet çöktüğünde’
Kissinger bu konuya girerken, önce “Arap Baharı”nın genel bir değerlendirmesini yapıyor. Özetle, “Arap baharı yeni bir kuşağın liberal demokrasi talebiyle ayaklanması olarak başladı... Ordunun, dini yapıların içinde var olan güçler bu orta sınıf devrimcilerinden daha örgütlüydüler”. “Kahire’de yeni bir askeri rejim yerleşirken, bu durum ABD’de hâlâ çözümlenmeden sürmekte olan güvenlik mi yoksa insani ve meşru bir yönetişimi mi desteklemek daha önemlidir? tartışması için yeni bir alan açtı” diyor.
Mısır’dan sonra Kissinger, Suriye’de başkaldırının demokratik gerekçelerle başladıktan sonra hızla dejenere olduğunu, bölgesel jeo-stratejik bir eksene oturduğunu vurguluyor: “Çatışma, Esad konusunun ötesine geçti, Suriye’deki ve bölgedeki oyuncular için çatışmalar demokrasiyle değil egemen olmakla ilişkiliydi. Bunlar demokrasiyle değil, kendi gruplarını iktidara getirmekle ilgileniyorlardı.”...Suriye ayaklanması kısa sürede, tüm bölgenin düzenini tehdit eden büyük bir insani felakete dönüştü.
Kissinger Irak ve Libya deneylerine de bakıyor, her seferinde ortaya kaos çıkmaya başladığını tespit ediyor. “Eğer” diyor Kissinger, “düzen, bir mutabakatla elde edilemez ya da bir güç tarafından empoze edilmezse, kaosun içinden, büyük felaketlerle yoğurularak çıkarılmak durumunda kalacaktır”.
Kissinger’e göre, “devletler bütünsellikleri içinde yönetilemezlerse”... “düzen korunamazsa... tüm bölgeye organik olarak yayılacak aşırı akımlara, anarşiye geniş alanlar açılır”... “bölgesel ve uluslararası düzen de dağılmaya başlar”... “Haritada kanunsuzluğun egemen olduğu boş alanlar oluşur”... “Bir devletin çöküşü, onun toprağını terörizm, silah tedariki, komşularını tehdit eden dini propaganda alanına çevirir”.

‘İstikrar demokrasi gerektirmez’
Bu, Stephen Kinzer’in geçen ay, Boston Globe’da yayımlanan, yukardaki kaygıları paylaşan yorumunun başlığıydı. Kinzer yazısına, bir haberle başlıyor: “ABD, Küba’ya gizli ajan gönderip muhalefet unsurlarını örgütlemeye çalışacakmış.” Kinzer, “Dünyada bu kadar çok ülke şiddetli altüstler yaşarken, sakin bir ülkeyi neden destabilize etmeye kalkıyoruz ki” diye soruyor. “Demokrasi yayma düşüncesine romantik biçimde bağlanmışız. Güvenlik ve istikrar konusunu azımsıyoruz” diyor ve devam ediyor: “Kahrolsun Saddam! Kahrolsun Kaddafi! Kahrolsun Esad! Kahrolsun Castro! İyi de bu baskıcı liderler demokrasiden daha temel bir şey sunuyorlardı: Ulusal topraklarının her santimini kontrol ediyorlardı. Yabancı hükümetleri ve liderleri değerlendirirken bu bizim için anahtar ölçüt olmalı.
Kinzer’e göre, “Yönetilemez alanlar bölgesel ve küresel terör kaynağı oluyor.” “Bir lideri desteklemeye karar vermeden önce, ‘bu kişi ya da grup, tam bir mekânsal kontrol kuracak biçimde ülkeyi birleştirebilir mi?’ diye sormak gerekiyor”...İkinci, kaygı insani güvenlik olmalı: İnsanlar yaşamlarını güven içinde, gerektiğinde polise güvenerek sürdürebiliyorlar ?” “Nihayet” diyor Kinzer, “yönetimleri, vatandaşlarına sundukları olanaklara bakarak değerlendirmeliyiz. Eğer sağlık hizmetleri, ekonomik büyüme, gittikçe yaygınlaşan eğitim olanakları varsa, bu yönetimler desteklenmeye değer”... “Güney Kore, Tayvan görkemli bir ekonomik güce diktatörlüklerden geçerek gelmedi mi? Singapur 50 yıldır otoriter bir ailenin yönetiminde gelişmiyor mu? Afrika’nın en hızlı büyüyen ülkesi Ruanda bir demokrasi değil. Kazakistan’da diktatörlük, sokaklara güvenlik, gelişmiş bir eğitim sistemi ve kadın hakları getirmedi mi?” Bu sorulardan sonra Kinzer demokrasiden önce, “bu ülkede kim denetimi kurabilir, güvenlik sağlayabilir, insanların yaşamlarını iyileştirebilir” diye sormalıyız, diyor.
Bunlar, “realist”, hatta pragmatik perspektifle dile getirilmiş kaygılar. Ama bu kaygıları içeren tartışmanın tarihsel ve teorik bir boyutu da var.

Kapitalizmle demokrasinin boşanma süreci...
Rivayete göre kapitalizm ve demokrasi birbirini tamamlayan ideal çiftti. Kapitalizm geliştikçe demokrasi gelişecek, demokrasi geliştikçe kapitalizm daha da mutlu olacaktı. Küreselleşme bu çiftin ailesinin mutlu çağıydı.
Aslında bu evliliğin yürümeyeceği ABD’nin anayasasının çerçevesini hazırlayan, 4.Başkan James Maddison’un, “Demokrasiler her zaman sarsıntılar, çatışmalar gösterisi olmuştur: Her seferinde, bireysel özgürlüklerle ya da mülkiyet hakkıyla uyumsuz oldukları ortaya çıkmıştır; yaşamları genelde kısa olduğu kadar ölümleri de şiddetli olmuştur” sözleriyle vurguladığı gibi başından belliydi. Bu alıntıyı aktaran yazar, Demokrasi sözcüğü Bağımsızlık Deklarasyonu’nda, ABD anayasasında yer almaz” diyor.
Kapitalizm, özel mülkiyet, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” kimse kapitaliste karışmasın anlamına gelen bireysel özgürlüklere ve nihayet emekçi sınıfların (halkın) bu koşulları kabul ettiği, istikrarlı bir siyasi coğrafyanın varlığına dayanır.
Demokrasiyse, toplumun çoğunluğunun iradesini siyasi yönetime yansıtan biçimdir. Kapitalizm sık sık yaşamsal krizlere girer, bu krizlerden ancak kendini yenileyerek, bir önceki dönemde yaptıklarını yıkarak, yeniden yaparak, toplumda şiddetli sarsıntılar yaratarak çıkabilir. Bu yeniden yapılanmayı desteklemek için toplumsal zenginlikleri, değişimi yürüten azınlığın gereksinimlerine yönlendirir.
Bu süreçte toplumsal huzursuzluk artar, kapitalizme güven sarsılır. Toplumsal irade, toplumsal çıkar, önce yıkıma direnmeye çalışır; sonra toplumsal adaleti, gelir dağılımını sorgulamaya, buradan dikkatini, kapitalizme, özel mülkiyete yoğunlaştırmaya başlar; nihayet neden başka türlü bir yaşam olmasın” sorusuna gelir.
Tabii gerçekte bu süreç böyle değil, kimi aşamaları atlayarak, patlamalar yaratarak gelişiyor. Çoğunluk iradesi, istekleri ve çıkarları kapitalist özgürlüklerle, bireysel mülkiyetle çelişmeye başlıyor.
Bu noktada kapitalizm, James Maddison’un tanımladığı yere, demokrasiden kurtulma arzusuna geri döner. Son yıllarda yoğunlaşan “Demokrasi mi, özgürlükler mi? Demokrasi mi istikrar ve düzen mi” tartışması, kapitalizmin bu boşanma arzusuna ilişkindir. Son dönemde görülen toplumsal hareketler, patlamalar, demokrasi tarafında da benzer bir boşanma, kapitalizmden kurtulma arzusunun gelişmekte olduğunu gösteriyor. Kimse iki taraf da istiyor diye bu boşanmanın kolay olacağını sanmasın! __



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları