Cumhuriyet Dosyaları

Amaç Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem

31 Ocak 2023 Salı

PROF. DR. FAZIL SAĞLAM

Türkiye’de tüm tartışmalar anayasa ve hukuk üzerinden yürüyor. Mevcut anayasadaki eleştirilere 6’lı masa hazırladıkları taslakla yanıt veriyor. Prof. Dr. Fazıl Sağlam, masanın uzlaştığı öneri metnini analiz etti.

6’lı masanın anayasa önerisi ne yenilikler getiriyor? Eksikleri, çelişkileri neler? Taslakla ilgili sorulara yanıt veren Sağlam, “Uzlaşılan hususlarda tutarlılık sağlanamazsa, uzlaşmanın kalıcılığı tehlikeye girer” diyor.

I. Konuya Genel Giriş

Altılı Masanın 28 Kasım 2022 tarihinde kamuoyuna açıkladığı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem - Anayasa Değişikliği Önerisi” başlıklı çalışma, beklenen tartışmaları tetikledi. Bu konuda yazılanları (1) dikkatle okudum ve hepsinden de yararlandım. Bu yazılar bana Altılı Masa metnini daha zengin bir bakış açısıyla okuma imkânını sağladı. Bu kaynaklarda dile getirilen eleştirilerin büyük çoğunluğu doğru eleştiriler. Özellikle Altılı masanın bunları büyük bir ciddiyetle incelemesi, nihai metinlerini oluşturmak bakımından çok önemli. Bu yalın gerçeğe rağmen bu yazıyı oldukça farklı bir eğilim içinde yazmayı düşünüyorum:

1) Öneride beni en çok etkileyen nokta, birbirinden oldukça farklı görüş ve ideolojilere sahip altı siyasal partinin 1982 Anayasası’nda 82 maddeyi kapsayan köklü bir anayasa değişikliği konusunda uzlaşmaya vararak ortak bir metin ortaya koyabilmiş olmasıdır. Siyasal alanda uzlaşma kültürüne oldukça yabancı bir ülkede bu olay bence başlı başına büyük bir başarı sayılmalıdır. Bu gözlem, benim metin üzerindeki değerlendirmemi de ister istemez etkileyecektir. Bu demektir ki yapacağım açıklamalar, bu ülkede olabildiğince iyi ve nitelikli bir anayasaya ulaşabilmek için gerekli olan uyarıcı önerilerle sınırlı kalacak. Bu açıdan doğru olan yaklaşım, böyle bir uzlaşmaya yatkın olan tarafların bu tür uyarılara da açık olduklarını varsaymaktır. Nitekim öneri metninin önsözünde yer alan şu paragraf, bu varsayımı doğrulamaktadır: “Anayasa değişikliği önerimiz, bir toplumsal sözleşme taslağıdır. Bu niteliğine uygun olarak değişiklik önerilerimizi, demokrasinin asli gereği olan çoğulculuk ve uzlaşma ilkeleri doğrultusunda toplumun tüm kesimleri ile müzakere ettikten sonra seçimlerin hemen ardından Türkiye Büyük Millet Meclisine sunacağız.”

2) Altılı Masa’nın anayasa değişikliği (AYD) önerisi, yeni bir anayasa yapma iddiası taşımıyor. Uzlaşma metni, AYD konusunda Anayasa’nın türev kurucu iktidara sağladığı yetki çerçevesinde hazırlanmış. Dolayısıyla yürürlükteki Anayasa esas alınmış, değişiklikler, madde numaraları üzerinde yapılmış, değişmez kurallara hiç dokunulmamış. Bu koşullarda doğru olan da bu yöntem olmalı. Ama 82 maddede önerilen değişiklikler, yine de önemli bir reform çabası özelliği taşıyor. Açıklanan amacı ve hedefi, 2017’den bu yana “hukuk devleti ilkesinin aşınmasına”, “anayasal hak ve özgürlüklerin tamamen güvencesiz kalmasına” yol açan, Türkiye’nin siyasal geleneğine ters düştüğü zaten anlaşılan “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ni tasfiye ederek yerine “Kanunu Esasi’nin kabulünden bu yana benimsenen parlamenter geleneğe uygun”, ama yaşanan deneyimlerden de yararlanarak “istikrarsızlığa ve vesayetçi uygulamalara imkân vermeyen” “güçlendirilmiş bir parlamenter sistem” tesis etmek. Öneri metninin bunda ne derece başarı sağladığı ise üzerinde ayrıca tartışılması gereken bir konu. Ama seçilen yöntem, üzeri çizilecek ölçüde yanlış değil. Kitapçıkta yürürlükteki metnin maddeleri ile önerilen değişikliklerin yan yana konulması da bu yöntemin ürünü. Ancak yürürlükteki hükümlerle yenileri yer yer birbirine karışıyor. Bu da karşılaştırmayı zorlaştırıyor. Yoksa seçilen yöntemin, tarihsel yorumu kolaylaştırıcı bir yanı yok değil.

3) Bu bağlamda Öneri’nin başlığında yer alan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” terimiyle ilgili birkaç söz söylemek yerinde olur. Bu terimi ilk duyduğumdan bu yana, acaba bununla ne kastediliyor diye merak etmişimdir. Doğrusunu söylemek gerekirse beklentim, 2017 AYD öncesine göre çok daha güçlü bir parlamento arayışı içine girilmek istendiği yönündeydi. Metni inceledikten sonra gördüm ki “güçlendirilmiş” sözcüğü, hükümetlerin kolayca düşürülmesini önlemeye yönelikmiş. 2017 AYD’den önceki dönemde hükümetin kuruluşu kolaylaştırırken, düşürülmesini güçleştiren önlemlere ek olarak Alman Anayasası’ndaki örneğindeki “yapıcı güvensizlik oyu” getirilmiş. Böylece “güçlendirilmiş parlamenter sistem” terimiyle kastedilenin “rasyonelleştirilmiş parlamenter sistem” olduğunu anlamış oldum.

4) Uzlaşma metninde parlamentonun konumunu 2007 ve 2017 Anayasa değişikliklerinin öncesine göre daha da güçlendiren tek değişiklik önerisi, 1982 Anayasası’nda yürütme organıyla ilgili 8. maddede yer alan “yetki” sözcüğünün çıkarılmış olmasıdır. Böylece 1961 Anayasası anlayışına geri dönülmüş olmaktadır. Bu durum madde gerekçesinde şöyle açıklanıyor: “Yürütmeyi tanımlayan 8. maddenin içerdiği yetki kavramı metinden çıkarılmış; yürütme sadece görev kavramıyla tanımlanmıştır. Bu değişikliğin nedeni, yürütmeyi düzenleyen hükümlerde idarenin kanuniliği ilkesinin esas alınması, yürütme ve idareye doğrudan doğruya Anayasadan kaynaklanan herhangi bir aslî yetkinin tanınmamasıdır. Yürütme ve idarenin harekete geçebilmesi için önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kanunî düzenleme yapması zorunludur. Böylece hem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin güçlenmesi sağlanmakta hem de yürütmenin türevselliği ilkesi korunmaktadır”. Bu kuralı, önemli bir ilkeyi vurgulaması bakımından önemsiyorum. Ancak, bu kural dışında öneri başlığındaki anahtar kavramı beklenen ölçüde yansıtan yenilikler göze çarpmıyor. Bu haliyle önerinin 2007 – 2017 arası döneme dönüşü aştığını söylemek oldukça zor. Bu açıdan Cumhurbaşkanını yine halkın seçiyor olması, parlamenter sistemi güçlendiren değil, zayıflatacağı yakın dönemlerin deneyimiyle bilinen bir gerçek. Gözler’in “muazzam yalan” gibi oldukça sert bir üslupla dile getirdiği ve Şirin’in özünde haklı bulup, üslubu gereksiz sertlik olarak değerlendirdiği eleştiri de bu noktada toplanıyor. Gözler’in tanımına göre, Cumhurbaşkanını halka seçtiren bir sistem, artık parlamenter değil, yarı başkanlık sistemidir. Tanımı bu unsurla sınırlı tutarsanız, doğru bir tespit. Ama istisnaları yok denemez. İlk aklıma gelen örnek Avusturya’da, Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesine rağmen, kendi ülkesindeki öğreti tarafından parlamenter olarak nitelendirmiş. (2) Duverger’in sınıflandırılmasında yarı başkanlık kategorisinde yer verilen Finlandiya 1999 ve 2000 yıllarında Cumhurbaşkanının yetkilerinde yapılan sınırlamalardan sonra ülkemizde bile artık parlamenter sisteme daha yakın olarak değerlendiriliyor. (3) Buna karşılık KKTC’de doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanının parlamenter sistemi bir ölçüde aşan yetkilere sahip olması nedeniyle Tufan Erhürman tarafından yarı başkanlığa daha yakın olarak değerlendirildiğini görebiliyoruz. (4) Diyeceğim o ki bu tür değerlendirmeler, benimsenen tanıma ve tanımın test edileceği ülke koşullarına bağlıdır. Kaldı ki benimsenen tanımlar dahi ara kategorileri dışlamıyor.

5) Buna karşılık ülke gerçeği açısından Gözler’in tespitlerini tam anlamıyla haklı bulduğumu söylemeliyim. Ülke Türkiye ise, Cumhurbaşkanının halka seçtirilmesi, fiilen yarı başkanlığa doğru atılmış bir adım olur. 2011 Ağustosu’nda dönemin Meclis Başkanı Cemil Çiçek, anayasa hukukçularını yeni bir anayasanın hazırlanmasını görüşmek üzere Ankara’ya davet etti. O davete katılmayan üç kişiden biri de bendim. Hatırlayabildiğim kadarıyla diğer ikisi Kemal Gözler ve Naz Çavuşoğlu idi. Sayın Cemil Çiçek’e yazılı olarak bildirdiğim mazeret gerekçesinde aynen şunları belirtmiştim: “Böyle bir davet, 2007 ve/veya 2010 Anayasa Değişiklikleri’nden önce gelmiş olsaydı, kesinlikle katılırdım. Sizin girişiminizin iyi niyetli olduğuna da yürekten inanıyorum. Ancak, önümüzdeki anayasa gelişmeleri açısından belirleyici bir nitelik taşıyan, bu anlamda başkanlık ya da yarıbaşkanlığa geçişin alt yapısını oluşturan, güçler ayrılığı ilkesini zedeleyen, yargı gücünü yürütmenin etkisi altına alan Anayasa değişikliklerinin ciddi bir otokritiği yapılmadığı sürece, aynı eğilime ve çoğunluğa sahip bir Meclis yapısı içinde yürütülecek çalışmalardan farklı bir sonuç doğabileceğine inanmıyorum”.

Bu mektupla ilgili olarak önemli bir şeyin altını çizmek isterim: Mektupta yer alan “başkanlık” ve “yarıbaşkanlık” terimleri, iyimser denebilecek bir beklentinin ifadesi olarak değil, TBMM Başkanlığı makamına yazılacak bir mektubun zorunlu bir üslubu olarak seçilmişti. Arkasından gelecek olanın, bu sistemlere tipik örnek olarak gösterilen ABD ve Fransa’daki düzenlerle bir ilgisinin olamayacağı, olsa olsa bunları, Türkiye’deki yaygın demokrasi kültürüne adapte eden, dolayısıyla yozlaştıran sistemlere dönüşeceği belliydi. Nitekim bu sürece noktasını koyan 2017 AYD, “Türk tipi” nitelemesi dahil bütün beklentileri aştı. Gözler’e “Elveda Anayasa – Elveda Güçler Ayrılığı” başlıklı o nitelikli yazıları yazdırdı ve -yine onun kullandığı terimle- bir “Neverland” sistemine dönüştü. (5) Bu açıdan Gözler’in öfkesini anlayabiliyorum, ama bu sürece özünde karşı çıkan, üstelik birbirinden farklı altı partinin bir araya gelmesiyle Türkiye’de belki de ilk kez oluşan bir uzlaşma metninin aynı kefeye konulmasını anlayamıyorum. Bence uzlaşma metninde Cumhurbaşkanının halka seçtirilmesi yöntemine dokunulamamış olması başka bir nedenden kaynaklanıyor. Altılı masa temsilcileri, Cumhurbaşkanının eskiden olduğu gibi TBMM’ne -bana kalsa yine nitelikli çoğunlukla- seçtirilmesinin yol açabileceği demagojik polemiklerden çekinmiş ve bu polemiklerin uzlaşma metnini yıpratacağından endişe etmiş olmalılar.

6) Bu genel girişten sonra uzlaşma metninin belli konu başlıkları altında incelenmesine geçebiliriz. Bu incelemede bir gazete yazısının bana bildirilen sınırlı kapsamı da ister istemez belirleyici olacak. Dolayısıyla ayrıntılar üzerinde durmaksızın, ideal ya da ideale yakın bir anayasa arayışına da girmeksizin bir önem sıralaması yapmamız zorunlu olacak. Bu sıralamada önerinin daha tutarlı bir içerik kazanması için çelişkili gördüğümüz konular bir ölçüde ön plana alınacak. Eksikler ise zorunlu gördüğümüz oranda işlenecek.

II. Temel Hak ve Özgürlükler Açısından

1) Alman Anayasası’nın 1. maddesinin ilk cümlesine benzer bir biçimde insan onurunun dokunulmazlığın anayasal düzenin temeli olarak 12. maddenin ilk fıkrasına aktarılmış olması, devletin çağdaş işlevine ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasındaki aktif rolüne getirilmiş önemli bir katkıdır. Bu yenilik, aynı maddeye üçüncü fıkra olarak eklenen temel hak ve özgürlüklerin bütünlüğü ve bağlayıcılığı kuralıyla tamamlanmıştır. Bu iki kural, temel hak ve özgürlüklerin yorumlanmasında belirleyici bir rol oynayacağı gibi uluslararası standartlara da ulaşmış durumdadır.

2) Anayasa’nın 13. maddesinin başlığını “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” yerine “Temel hak ve hürriyetlerin üstünlüğü” şeklinde değiştirmek, amacı yansıtmıyor. “Üstünlük” zaten anayasa kurallarının tümüne özgü bir nitelik. Bura karşılık “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” denseydi daha anlamlı bir değişiklik önerisi olurdu. Aynı maddenin ilk fıkrasına “Hürriyet esas, sınırlama istisnadır. Tereddüt halinde yorum hürriyet lehine yapılır” gibi bilinen ve çoğunlukla benimsenen yorum kurallarını eklemek kurucu değil, açıklayıcı bir nitelik taşısa da yıllar boyu alıştırıldığımız bir uygulamayı aşmada önemli bir işlev yerine getirebilirler.

Bunun dışında 2001 Anayasa değişikliğinin ürünü olan “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” şeklindeki güvenceler aynen korunmaktadır. Bu güvencelerden temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabilmesi, bir yandan genel sınırlamanın kaldırılması, diğer yandan “farklılaşmış, kademeli sınırlama” anlayışına geçilmesi anlamına gelir. Bu geçiş, bir sistem değişikliğidir. Sınırlamanın farklılaşması ve sınırlama gereksinimin farklı ve kademeli bir nitelik kazanması, her bir temel hak ve özgürlüğün koruduğu nesnel yaşam alanı kesitinin farklı olmasından kaynaklanır. Bu farklılık, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel olduğu kadar, tarihsel nedenlerle belirlenir. Ne var ki 2001 AYD daha dar bir kapsamdaki uzlaşmanın eseri olduğu için bu sistem değişikliğinin gereklerini yerine getirilememiştir. Altılı Masa, bu girişimiyle Anayasa’daki bu eksikliği giderme yükümlülüğü altındadır. Aksi takdirde Anayasa’da süregelen bir çelişkiler zincirinin sorumluluğu altında kalır.

Konuyu bir örnekle açıklayalım: 1961 Anayasası’nda “salgın hastalıkların önlenmesi”, seyahat ve yerleşme özgürlüğünün kendi maddesi içinde bir sınırlama nedeni olarak öngörülmüştü. 1982 Anayasası’nın seyahat özgürlüğü ile ilgili 23. maddesinde buna yer verilmemiştir. Bir başka örnek Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğüdür. Bu maddede de herhangi bir sınırlama nedeni yer almamıştır. Oysa 6098 sayılı yeni Borçlar Kanunu’nun 27. maddesine göre: “Kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu imkânsız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür”. 1961 Anayasası’ndan farklı olarak 1982 Anayasası’nda gerek 23 ve gerekse 48. maddelerde sınırlama nedenine yer verilmemiş olması, 1982 Anayasası’nın daha özgürlükçü olmasından değil, aksine 13. maddede Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması gibi genel sınırlama nedenlerine yer verilmiş olmasından kaynaklanmıştır. Bu nedenler, Anayasa’nın 13. maddesinde 2001 AYD’den önce geçerli olan ifadeyle tüm temel hak ve özgürlükler için geçerli olacağından, seyahat ve sözleşme özgürlüklerine 1961 Anayasası’nda olduğu gibi ayrıca “salgın hastalıkların önlenmesi” gibi sınırlama nedenlerinin ayrıca eklenmesine gerek kalmamıştır.

Kısacası 2001 AYD ile temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması alanında gelen sistem değişikliği, iç tutarlılıktan yoksun kalmıştır. Bunun yarattığı eksiklik ve çelişkiler giderilemezse, yapıları ve özellikleri açısından (bilim ve sanat özgürlüğü gibi) sınırlamaya elverişli olmayan ya da “kimse düşüncesini açıklamaya zorlanamaz” gibi yasak biçiminde formüle edilmekle özüyle özdeş olan, dolayısıyla sınırlanması mümkün olmayan hak ve özgürlükler, sınırlanabilir nitelikteki hak ve özgürlüklerle aynı görünümü paylaşır. Bu görünüm ise uygulamada genel sınırlama eğilimini tetikler. Bunun sonucu, 2001 AYD ile kaldırılmış olan genel sınırlama sistemine yargı yoluyla geri dönülmesine kadar uzanabilir. İşte Altılı Masa Anayasa Önerisi’ni hazırlayanlar, uzman anayasa hukukçularıyla işbirliği yaparak bu tür çelişkileri düzeltme sorumluluğu altındadır.

3) Anayasanın 15. maddesinde yapılan tek değişiklik “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” başlığına “geçici olarak” ifadesinin eklenmiş olmasıdır. Bu ekleme de kurucu değil, açıklayıcıdır. Ancak bu açıklayıcı eklemenin herhangi bir etki sağlaması beklenemez. Bir kere olağanüstü yönetimin, Türkiye tarihi içinde uygulandığı toplam süre göz önünde tutulduğunda, istisnai bir yönetim türü olduğu bile kuşkuludur. İkincisi, olağanüstü yönetim çoğu kez ilan edildiği dönemle sınırlı kalmamakta olağan dönemde bile etkisini sürdürmektedir. Üçüncüsü, Anayasa’nın 176/2. maddesine göre, “Madde kenar başlıkları, sadece ilgili oldukları maddelerin konusunu ve maddeler arasındaki sıralama ve bağlantıyı gösterir. Bu başlıklar, Anayasa metninden sayılmaz.” Dolayısıyla anayasa metninden sayılmayan madde başlığına yapılacak bir ekleme, madde içeriğini etkilemez. Hele madde başlığı ile içeriği birbirini tutmuyorsa, ilk cümledeki dolaylı etki bile sıfıra inebilir. Bu bağlamda 15. maddenin başlığı içeriğini yansıtmaktan uzaktır. Bu madde yalnızca temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının kısmen veya tamamen durdurulmasından söz etmiyor. Maddenin asıl sakıncalı yanı “veya” bağlacıyla devam eden bölümüdür. Cümle tamamlandığında karşımıza çıkan kural şöyledir: “Temel hak ve özgürlükleri için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir”. 1924 ve 1961 Anayasalarında yer almayan bu kural, tipik bir 12 Eylül Hukuku ürünüdür. 1984 Yılında yazdığım bir makalede belirttiğimiz gibi temel hak ve özgürlükleri için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı önlemler alınabilecekse, bu anayasanın içinde iki ayrı anayasa var demektir. Altılı masa bu kuralın ağır yükünü hafifletebilirse, asıl o zaman “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi”den söz etmeye hak kazanmış olur.

4) Anayasa şikâyeti başvurusu (bireysel başvuru), hak arama özgürlüğünün bir parçasıdır. Bu başvuru yolunun dayandırılabileceği hak ve özgürlük alanları, öneri gerekçesine göre, tüm anayasal hak ve özgürlüklerle AİHS’de yer alan hak ve özgürlükleri kapsar biçimde genişletilmiştir. Oysa Anayasa’ya bu amaçla konulan formül objektif anlamıyla bu gerekçeye uymamaktadır. 146/3. maddenin önerilen yeni metnine göre: “Herkes, Anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen haklar ve özgürlüklerden herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir”. Kalın harflerle vurguladığım ibarede yer alan “ve” bağlacı, objektif anlamıyla ihlal konusu olan hak ve özgürlüğün her iki kaynakta da yer almasını gerektirmektedir. Bu yorum Anayasa Mahkemesi’nin yapay bir yorumla ürettiği “ortak koruma” anlayışına, yürürlükteki metne göre daha yakın durmaktadır.

Öte yandan bireysel başvurunun ihlal dayanağı olarak anayasal hak ve özgürlüklere, AİHS’de yer alan hak ve özgürlükleri eklemek, hukuk mantığına da uygun düşmez. Çünkü AİHS, kurallar hiyerarşisi açısından anayasadan daha alt kademede yer alır. Ne var ki AİHS’nin içerdiği hak ve özgürlüklerin ihlali halinde son sözü söyleyecek olan AYM değil, AİHM’dir. Buna karşılık AİHM, AYM’nin üst organı değildir. Uluslararası hukukla iç hukuk farklı boyutlardır. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Burada en doğru yaklaşım, başvuruyu Türk Anayasası’nda yer alan temel hak ve özgürlüklere dayandırmaktır. Anayasa tekniğine de uygun olan budur. Ancak bu kez devlet görev ve yükümlülüğü olarak formüle edilmiş sosyal haklarda, devletin Anayasa’da öngörülen bu görevi yerine getirmeden hakkın nasıl dava konusu olacağı sorusu gündeme gelmektedir. Uluslararası hukuka baktığımızda 2008 yılında BM bünyesinde hazırlanan ek Protokole göre protokole taraf devlet yurttaşlarınca Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmede yer alan bir hakkın ihlali, bireysel başvuru konusu yapılabilecektir. Türkiye henüz bu protokole taraf değildir. Anayasamızda ise mali kaynakların yeterliliği ölçütü, devletin olumlu edimiyle sağlanabilen sosyal haklar açısından önemli bir engel oluşturmaya devam edebilecektir. Bunu önleyebilmek için bu tür sosyal haklara dava edilebilir bir öz kazandırmak ve/veya mali kaynakların özgülenmesini sağlayacak öncelikli alanlar yaratmak gerekir. Buna ilişkin düzenleme örneklerinin ayrıntılarına bu yazı çerçevesinde giremeyiz. Ancak TBB 2007 Anayasa Önerisinde yeterli örnekler yer almıştır. Altılı Masa Anayasa Önerisini hazırlayanlar bu örnekleri gözden geçirerek Anayasa Önerisinin bu eksikliğini tamamlayabilirler.

5) Yukarıdaki açıklamalar dışında Öneride olumlu yenilikler var. Kuşkusuz eksiklikler de var ama, bir uzlaşma metninde bunların olması doğal. Kapsamı sınırlı bir yazı çerçevesinde bunların ayrıntısına giremeyiz. Ancak bazı sorunlu alanlara yine de işaret etmek gerekiyor.

a) Gündeme alınması gereken ilk sorun, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğündeki fiili durumdur. Bu özgürlüğün Anayasamızda “önceden izin almaksızın” gibi bir ek güvenceye bağlanmış olduğunu biliyoruz. Ama uygulama, fiili bir izne bağlılık görüntüsü veriyor. Öyle ki basında ve kitle iletişim araçlarında “izinsiz gösteri” ya da “korsan gösteri” bu fiili görüntüye uyarlanmış doğal bir terminoloji gibi kullanılıyor.

b) Bir başka sorun, çalışma hakkı ile çalışma özgürlüğü gibi nitelikleri ayrı iki hak ve özgürlüğün birbirine karıştırılması. Çalışma özgürlüğü 48. maddede zaten var. Ama Öneri, Anayasa’nın çoğu yerinde olduğu gibi “ödev” sözcüğüne takıldığı için 49. maddenin “Çalışma hakkı ve ödevi” şeklindeki başlığını “Çalışma hakki ve özgürlüğü” olarak değiştirmiş; böylece birbirinden tamamen farklı olan bu iki özgürlük için aynı terimi kullanmış. Dilediği alanda çalışma ve sözleşme yapma özgürlüğü klasik hak yapısında olup işçi tanımı dışındaki kesimle ilgilidir. Çalışma hakkı ise, “yoksul ya da emeğinden başka geliri olmayanları” yakından ilgilendiren bir haktır. Sözü geçen terim hatasının giderilmesi, hukuk tekniği ile ilgili bir konu olup, uzlaşmaya halel getirebilecek bir değişiklik olmaz. Uzlaşma bu alanda birazdan değineceğim asıl reforma kadar uzanır mı bilemem. Ama bu alanda gerçek bir reforma gitmek istenirse, çalışma hakkının iş güvencesini de içerdiğinin maddeye eklenmesi yerinde olur. İş güvencesi, keyfi bir biçimde işinden atılmayı önleyen bir güvencedir. Yoksa işverenin, hizmet aktini fesih yetkisi ilke olarak korunur. Ne var ki çalışma hakkı içi boş bir hak değilse, işverenin fesih yetkisinin haklı bir nedene dayanmasını gerektirir. Türkiye’de iş güvencesi yasal düzeyde, ama son derece dar bir çerçevede sağlanmıştır. Bu durum Anayasa açısından sorunludur. Bu nedenle iş güvencesinin en azından Avrupa ya da örnek ülke Almanya’ya yaklaştırılması beklenir.

c) Yeri gelmişken sosyal haklardan özellikle grev hakkının da fiilen uygulama dışı kaldığını belirtmek gerekir. Bununla Türkiye’de memurların grev hakkından yoksun olmasını kastetmiyorum. O ayrı bir konu. Ama işçilerin Anayasa’da güvence altına alınmış olan grev hakkı bile ne yazık ki kağıt üzerinde kalmıştır. Bu fiili durumu sağlayan araç “grev ertelemesi”dir. Altılı Masa, işçi haklarının Avrupa standardında korunmasını istiyorsa, bu alanda ilk yapılması gereken şey, grev ertelemesini kaldırmak ya da en azından bu yola ancak zorunlu durumlarda başvurulabilmesine yönelik sınırlamaların anayasal düzeyde alınmasını sağlamaktır.

d) Altılı Masa Anayasa Önerisi, Siyasal partiler alanında önemli değişiklikler içermektedir. Öneri, bir uzlaşma ürünü olduğu için bu değişikliklerle ilgili kendi görüşümü dayatmak gibi bir niyetim yok. Doğru da olmaz. İsteyenler bu konudaki çalışmalarıma bakabilirler. Katıldığım somut öneriler ise TBB 2007 Anayasa Önerisinde yer alıyor. Bu bağlamda 1961 Anayasası’ndan bu yana siyasal partilere ister iktidarda ve ister muhalefette olsunlar demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurları rolünün verilmiş olması, bazı zorunlu unsurları birlikte getiriyor. Birbirine bağlı bir bütünlük arz eden bu sistem, günlük politikanın özendirmesiyle eklektik bir metne dönüştürülmemelidir. Şimdilik buna işaretle yetiniyorum. Ancak birkaç konuda uyarı görevimi yerine getirmem isabetli olur:

aa) Bir kere odaklaşma tanımında yürürlükteki metinde yer alan çelişkiler devam etmektedir. Üst kademe parti organları arasında yer verilmeyen parti genel başkan yardımcıları, parti genel sekreteri, daha da vahimi, söylem ve eylemleri yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı gibi iki ayrı zırhın koruması altındaki partili milletvekilleri ve bakanlar, demokratik rejim için tehdit ve tehlike yönünden basit üyelerle aynı statüde işlem görmeye devam etmektedir. Asıl bu çelişki düzeltilmeliydi.

bb) Önerinin 69. maddesine konulmuş olan bir düzenleme, bu çelişkiyi daha da derinleştirmektedir: “… yasama sorumsuzluğu kapsamında kullanılan oylar, sözler ve düşünce açıklamaları odak olmanın tespitinde gözetilemez.” Bu yeni düzenleme, biraz önce sözünü ettiğim sisteme ters düşen bir öneridir. Yasama sorumsuzluğu, partiye değil, milletvekiline bireysel bir sorumsuzluk sağlar. Öyle ki milletvekilinin Meclisteki düşünce açıklamaları suç teşkil etse bile, onu cezai yönden sorumlu tutmak mümkün değildir. Oysa öneri, yasama sorumsuzluğunu bir ölçüde partiye de teşmil ediyor ve partili milletvekillerini dışarıda söyleyemeyeceği söz ve beyanları Meclis içinde söylemeye adeta özendiriyor. Böyle bir özendirmenin yol açabileceği siyasal gerginlikler, bu değişiklikle istenen korumaya ters sonuçlar doğurmaya adaydır.

cc) Altılı Masa Önerisi’ne göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Anayasa Mahkemesi’ne dava açması, TBMM’nin üye tam sayısının beşte üçünün izin verme şartına bağlanmış. Bu önerinin gerekçesine göre böyle bir izin şartı, bu davaların anayasal dayanaktan yoksun olarak açılmalarını önleyecektir. Bu yaklaşım yargı bağımsızlığını sarsacak bir risk barındırmaktadır. Sorun şurada: Diyelim ki siyasal partiler aleyhine dava açmayı TBMM’nin nitelikli çoğunluğuna bağlayarak yargısal bir işlemi daha baştan siyasallaştırdınız. Bununla AYM serbest bir karar verebilir mi? Kapatma kararının ancak üçte iki çoğunlukla alınabileceği göz önünde tutulduğunda, davanın açılmasındaki siyasallaşma, yargısal sürece de sirayet etmez mi? Diyelim ki AYM buna rağmen kapatma kararı vermedi. Bu karar devlet güçleri arasında yıkıcı gerginliklere yol açmaz mı? Bence Öneri bu düzenlemesiyle mevcut olmayan bir sorunu yaratmaya aday.

dd) Son değineceğimiz nokta, Anayasa’nın emredici kuralı olan parti içi demokrasiye katkı sağlayacak bir öneri. Kaynağı Alman AYM. Bu mahkemenin bir kararında, partinin devletten alacağı yardımın kendi kaynaklarından sağlayacağı geliri aşamayacağı hükme bağlamıştır.(6) Böylece partinin devlet yardımına güvenerek üyeleriyle olan bağlantısını koparmaması aksine geliştirmesi özendirilmiş olmakta, dolayısıyla parti içi demokrasini doğal bir ivme kazanması sağlanmaktadır.

Öneri’nin 68. maddesinin son fıkrasında son milletvekili genel seçimlerinde geçerli oyların en az yüzde birini elde edebilen partilere devletin mali yardımda bulunacağı esası getirilmiş. Partilere Devletçe yapılacak yardımının dörtte birinin partiler arasında eşit olarak dağıtılması; geri kalan tutarın ise partilerin elde ettikleri oy oranına göre paylaştırılması benimsenmiştir. Bu düzenlemelere ek olarak devlet yardımı açısından Alman Anayasa Mahkemesi’nin geliştirdiği temel ilkeyi anayasa düzenimize uyarlamak, parti içi demokrasi ilkesine de önemli bir katkı getirecektir. Tabii bunun en azından kısmi bir önseçim ve/veya tercihli oy gibi araçlarla da takviye edilmesi gerekir.

III. Yasama ve Yürütme İlişkileri Açısından

Yukarıda da belirttiğimiz üzere Öneri’nin asıl iddiası, cumhurbaşkanlığı sistemiyle güçleri Cumhurbaşkanına kaydıran düzenlemeleri tasfiye etmek ve TBMM’ne tarihsel güç ve saygınlığını yeniden kazandırmaktır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yöntemine -belki de demagojik yıpratmalardan çekinerek- dokunulmadığından söz etmiş ve bu konuda sessiz kalmanın TBMM’nin güçlenmesi önündeki en büyük engel olduğuna işaret etmiştik. Bunun dışında yapılan değişikliklerden başlıklar halinde de olsa söz etmezsek, Öneri hakkında yanlış bir izlenim yaratmış olabiliriz. Bu nedenle Öneri’nin başlığına da uygun olarak önce TBMM’yi güçlendiren değişikliklere değineceğiz. Daha sonra buna paralel bir biçimde Cumhurbaşkanı yetkilerini azaltıcı değişiklikler üzerinde duracağız.

A. TBMM’ni Güçlendiren Değişiklik Önerileri

Bu bağlamda öncelikle güçlendirmeden ne anlaşılması gerektiğini açıklığı kavuşturmak gerekir. Meclisin güçlendirilmesi, çoğunluğun yönetiminin güçlendirilmesi anlamına gelemez. Aksini düşünmek çoğulcu değil çoğunlukçu bir demokrasi anlayışını yansıtır. Meclisi demokratik anlamda güçlü kılmak çoğulcu demokrasi anlayışını benimsemeyi zorunlu kılar. Bunun önkoşulu ise Meclisteki tek sesliliğin önlenmesidir. Özellikle parti içi demokrasinin yeşeremediği ülkemizde tek seslilik, lider sultasına koşut bir olgudur. Bu nedenle Mecliste muhalefetin sesini duyurmasını sağlayacak önlemler de Meclisi güçlendirmenin bir parçasıdır.

1) Yasama Dokunulmazlığında Yapılan Değişiklik

Yürürlükteki metinde yasama dokunulmazlığının TBMM kararıyla kaldırılmasının istisnası olarak 12 Eylül Hukuku’nun tipik bir örneği yer almaktadır: “Seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar”da milletvekilleri, Meclis kararına gerek kalmadan tutulabilir, sorguya çekilebilir, tutuklanabilir ve yargılanabilir. Öneride bu istisnanın kaldırılması milletvekilliği dokunulmazlığını güçlendirmek bakımından isabetli olmuştur. Bu değişiklik aynı zamanda AYM’nin bu istisnanın uygulanmasını yapısal bir sorun olarak askıya alan kararı (7) ile de uyumludur.

Ancak aynı maddede bu kez yürürlükteki metinde klasik bir istisna kuralı olarak yer alan “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali” ibaresi, “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçlarda suçüstü hali” olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklik anayasayı yasaya uygun hale getirmekten başka bir anlam taşımaz. Oysa anayasada yer alan terimler, yasaya göre değil, o istisnanın konulmasındaki anayasal amaca göre yorumlanmalıdır. Altılı Masa’nın bu önerisi, belki de farkında olmadan bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Oysa “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali” ibaresi, yalnızca 1982 Anayasası’nda değil 1961 Anayasası’nda da yer almıştı. Ancak bu terim, 1924 Anayasası’nda yer alan “cinai cürmü meşhut” teriminden köklü bir sapmayı da ifade etmiyordu. Bu nedenle Öneri’de kullanılan terim, son derece sakıncalıdır. Gerekçesinde belirtilen hukuki belirlilik ve öngörülebilirliği sağlayamaz. Çünkü son yılların yaygın uygulamasında görüldüğü üzere “Mütemadi suçlar”da temadinin kesildiği ana kadar suçüstü halinin sürdüğünü varsaymak, anayasal bir istisnayı yasada genişletme anlamını taşır. Burada ayrıntıya giremem.(8) Ama AİHM’nin 16.04.2019 tarih ve 12778/17 sayılı kararına gönderme yapmakla yetinebilirim: Bu karara göre, ulusal mahkemelerin mütemadi suç kavramına dayanarak suçüstü hali kavramının kapsamını genişletmeleri, yalnızca yasal belirlilik anlamında sorun oluşturmamakta, ayrıca dayanılan yorum biçimi AİHM gerekçesinde "manifestly unreasonable” (“açıkça makul olmayan”) terimi ile nitelendirilmektedir (Par. 115). (9)

2) Kanun Hükmünde Kararname (KHK) Çıkarma Yetkisinin Yeniden Meclisin Belirleyici İradesi Altına Alınması

2017 AYD, KHK çıkarma yöntemini kaldırmış yerine Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini (CBK) getirmişti. CBK’ların bir yetki yasasına dayanması gerekmiyordu. Öneride KHK’lerde Meclisin belirleyici iradesi, eskisine göre daha da artırarak yeniden kurulmaktadır. Bu bağlamda daha çok 2017 AYD’de ve öncesine göre yenilik taşıyan düzenlemeler üzerinde durulacaktır.

a) Örneğin bakanlıklar, kamu idareleri ve kamu tüzel kişilerinin kanun hükmünde kararnameyle kurulması ve kaldırılması mümkün olmayacaktır. Bunun gibi “kararnameyle değiştirilecek veya kaldırılacak kanun hükümleri” yetki kanununun zorunlu unsurları arasına alınmıştır.

b) TBMM’nin onay yetkisini kullanacağı süre altmış günle sınırlamıştır. Buna bağlı olarak da TBMM’nin altmış gün içinde karara bağlamadığı KHK’nin kendiliğinden yürürlükten kalkacağı kuralı öngörülmüştür.

c) Ayrıca Cumhurbaşkanı, KHK’yi kendisine sunuluşundan itibaren ya on gün içinde onaylayacak veya onaylamayı uygun görmüyorsa aynı süre içinde gerekçeleriyle birlikte bir defaya mahsus olarak Bakanlar Kuruluna iade edecektir. Bakanlar Kurulu’nun aynen kabul ettiği kararname Cumhurbaşkanı tarafından, üç gün içinde yayımlayacaktır.

d) Buna karşılık 2017 AYD’den önce KHK’lerle düzenlenmesi mümkün olan sosyal ve ekonomik hakların da KHK’nin düzenleme alanından çıkarılması, yine hatalı bir varsayımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aslında bu değişikliğin korumak istediğini sandığımız hak alanları, sendika, grev ve toplu iş sözleşmesi gibi klasik hak yapısında formüle edilmiş olan haklardır. Öğretinin önemli bir çoğunluğu, zaten yorum yoluyla bunların KHK ile düzenlenemeyeceği sonucuna ulaşmıştı. Bu sayılan hak ve özgürlükler yanında devlet ödevi biçiminde formüle edilmiş sosyal ve ekonomik haklar da var. Bu tür hakların yaşama geçirilmesi devletin bu ödevleri yerine getirme ölçüsüne bağlı. Başka bir deyişle devlet, bu gibi alanlarda hak alanını kullanılır duruma getirmek üzere olumlu bir edim yükümlülüğü altında. Bu tür sosyal ve ekonomik hakların KHK’lerle düzenlenememesi, ilgili hakkın kullanılmasını geciktirir. Esasen KHK’lerin önemli bir işlevi de asıl bu alanda gündeme gelir. Çünkü yasadan çok daha hızlı bir süreçle hakkın kullanılmasını sağlar. Yürürlükteki metinde “sınırlama” yerine “düzenleme” sözcüğünün kullanılmış olması da aynı amaca hizmet eder. Altılı Masa temsilcileri bu hatayı bir an önce düzeltmek zorundadır. Bu konuda yardımcı olmak üzere TBB 2007 AY Önerisinde yer alan çözümü örnek olarak gösterebiliriz: “Temel hak ve özgürlükler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Ancak kullanılması devletin olumlu bir edimine bağlı olan ve devletin Anayasada öngörülen ekonomik ve sosyal amaçlara ulaşma ödevi olarak düzenlenmiş bulunan hak ve özgürlükler, kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenebilir.”

3) TBMM’nin Yürütme Üzerindeki Denetim Yetkisinin Parlamenter Sistemin Gereklerine Göre Düzenlenmesi

Bu alanda Önerinin temel özelliği, cumhurbaşkanlığı sisteminin kaldırarak, yeniden parlamenter sisteme dönülmesini amaçlayan düzenlemeler içermesidir. Bunlardan önemli bir kısmı 2017 AYD’den önce Meclisin yürütmeyi denetleme araçlarını koruyan, ama buna cumhurbaşkanlığı sistemi döneminin siyasal deneyimlerden etkilenerek yeni boyutlar katan bir çalışma yapılmış. Aşağıda bunları ana hatlarıyla göstermeye çalışacağız.

a) Bu düzenlemelerin başında parlamenter sistemlerde yürütmenin yasama karşısındaki siyasal sorumluluğunu harekete geçiren gensoru gelmektedir. Bu açıdan Alman Anayasası’ndaki yapıcı güvensizlik oyu yöntemi benimsenmiştir. Bu yönteme göre, “Gensoru görüşmeleri sırasında Başbakan veya Bakanlar Kurulunun tamamı aleyhine verilecek güvensizlik önergeleri, yeni Başbakanın ismini içermedikçe ve üye tamsayısının salt çoğunluğu tarafından imzalanmadıkça işleme konulamaz. Güvensizlik önergesinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin üye tamsayısının salt çoğunluğuyla kabul edilmesiyle yeni Başbakan seçilir”. Böylece Meclis üye tam sayısının salt çoğunluğu ile alternatif hükümetin kuruluş güvencesi sağlanmadan salt hükümeti devirme amacıyla güvensizlik önergesi verilemeyecektir. Bunun dışında 2017 AYD’den önceki düzenlemeler genellikle korunmuştur.

Önceki deneyimlerde gensorunun daha gündeme alınma aşamasında iktidar çoğunluğunca reddedildiği göz önünde tutulduğunda, en azından gensorunun gündeme alınmasını kolaylaştırmak “güçlendirilmiş parlamenter sistem” iddiasını daha inandırıcı kılma bakımından yararlı olabilirdi. Buna yönelik bir çözüm için TBB 2007 AY Önerisinin 112/2 maddesinin son cümlesine gönderme yapmakla yetiniyoruz: “Üye tamsayısının en az üçte biri oranında milletvekili tarafından desteklenen bir gensoru önergesinin gündeme alınması zorunludur”.

b) Gensoru dışındaki bilgi edinme ve denetim yolları açısından 2017 AYD öncesindeki araçlara dönülmüştür. Bu araçlar Anayasa’da sözlü ve yazılı soru, meclis araştırması, genel görüşme ve meclis soruşturması olarak tanımlanan klasik araçlardır. Bunlara ek olarak herkese, meclis araştırma komisyonunun davetine uymak zorunluğu getiren düzenleme ile “Bir yasama yılında en az 20 gün gündemi muhalefet tarafından belirlenen genel görüşme açılabilir” biçimindeki düzenleme kayda değer yeniliklerdir.

4) TBMM’nin Güçlendirilmesini Hedef Alan Diğer Yenilikler

a) Kamu Başdenetçisinin sonuçta basit çoğunlukla seçilmesini öngören yürürlükteki düzenleme yerine, ilk iki oylamada üye tam sayısının üçte ikisini kazanan bir aday olmadığı takdirde ikinci oylamada en çok oy alan iki aday arasında ad çekme usulünün getirilmesi, bu kurumun işlevine uygundur. Böylece parlamentoya hâkim olan siyasi çoğunluğun, seçimi tek başına belirlemesi engellenmiş, denetim işlevi açısından Meclisi bir bütün olarak daha etkili kılan bir çözüm üretilmiştir. Gerekçede de haklı olarak vurgulandığı gibi, kamu başdenetçisinin denetleyeceği kurumların önemli bir kısmı, parlamento çoğunluğunun kontrolündeki kurumlardır.

b) TBMM’nin Cumhurbaşkanınca geri gönderilen kanunu ancak üye tamsayısının salt çoğunluğuyla aşabileceğine ilişkin 2017 AYD düzenlemesi kaldırılmış, eskiden olduğu gibi Meclisin oylamaya katılanların salt çoğunluğu ile kendi metninde ısrar etmesi yeterli görülmüştür.

c) Meclisin uluslararası antlaşmaları bir kanunla uygun bulma yetkisine ek olarak böyle bir antlaşmadan geri çekilme de aynı usule, yani geri çekilmenin Meclis tarafından uygun bulunmasına bağlı kılınmıştır.

Yeri gelmişken, Uluslararası antlaşmaların AYM’nin ön denetimine tâbi olması, kamuoyunun içeriği hakkında bilgi sahibi olmadığı bir alanda TBMM’yi daha etkili kılmanın en kestirme yollarından biriydi. Bu konuda bir fikir vermek üzere TBB 2007 Anayasa Önerisinin 103. maddesine ve gerekçesine bakılabilir.

d) Cumhurbaşkanlığı sisteminin bir başka özelliği olarak Meclisin görev süresiyle Cumhurbaşkanının görev süresini birbirine bağlayan düzenleme Öneri’de kaldırılmış, Meclisin göre süresi 5 yıl olarak devam ettirilirken, Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl olarak belirlenmiştir.

e) Meclisin üye sayısı 600 olarak aynı tutulurken, bu sayının kapsamı içinde yer almak üzere yurt dışı milletvekilliği kontenjanı eklenmiştir. Bu yeni kurala göre yurt dışı seçim çevresinden seçilecek milletvekili sayısı 15’i aşamayacaktır. Böylece gerekçeye göre, yurtdışında yerleşik olan T.C. yurttaşlarının seçme ve seçilme hakları güçlendirilmiştir.

f) Nihayet 2017 AYD ile gelen ve Meclisin erken seçim kararı almasını üye tam sayısının 3/5 kararına bağlayın düzenleme de kaldırılmış, bunun için başka bir nitelikli çoğunluk koşulu da aramayan eski düzenlemeye dönülmüştür.

B. Cumhurbaşkanının Yetkilerini Azaltıcı Değişiklik Önerileri

1) Cumhurbaşkanlığı sisteminin tasfiyesini amaçlayan öneriler, parlamenter sisteme geçiş amacının doğal sonucu olduğu için, bunlar üzerinde ayrıntılı açıklamalar yapmaya gerek yoktur. Kaldırılan yetkilerin en önemlilerini başlıklar halinde aşağıdaki gibi sıralamakla yetinebiliriz: Yürütme gücünün tamamının Cumhurbaşkanına veren düzenlemeler; buna bağlı olarak yürütmeye ilişkin konularda Meclisin herhangi bir yetkilendirmesine bağlı olmaksızın CBK çıkarma yetkisini veren düzenlemeler; Cumhurbaşkanının, CBK - yasa ilişkisi yönünden tâbi olduğu anayasal ilkelere de bağlı kalmaksızın OHAL KHK çıkarabilme yetkisi, yasaları veto yetkisi ve sınırsız denebilecek biçimde TBMM seçimlerini yenileyebilmesi. Bu yetkilerin hepsi kaldırıldı.

2) Bunların dışında yeni denebilecek iki önemli öneriden söz etmek doğru olur.

a) 1982 Anayasası’nın 2017 AYD’den önceki metninden de farklı olarak Cumhurbaşkanının tek başına, yani başbakan ve ilgili bakanın imzası olmadan kullanabileceği yetkiler sınırlı sayım esasına göre şöyle sıralanmıştır:

-- Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü, TBMM’de açılış konuşması yapmak, TBMM’yi toplantıya çağırmak ve -anayasal koşulları varsa, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek,

-- Kanunları ve KHK’leri yayımlamak, tekrar görüşülmek üzere kanunları TBMM’ne KHK’leri Bakanlar Kuruluna geri göndermek ve bunlar aleyhine AYM’de iptal davası açmak,

-- Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek ve seçimlerde geçici Bakanlar Kurulunu atamak,

-- Yabancı devletlere Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,

-- Milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve yayımlamak,

-- Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak. Cumhurbaşkanı ayrıca Anayasanın diğer hükümleriyle kendisine tanınan yetkileri kullanır.

Bu konuda sınırlı sayım, parlamenter sistem için doğru bir yöntemdir.

b) İkinci yenilik, 1982 AY’nin orijinal metninden bu yana Cumhurbaşkanı yetkilerinin yasayla genişletilmesi imkânının kaldırılmış olmasıdır.

c) Buna karşılık 1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanının gücünü parlamenter sistemle bağdaşmayacak ölçüde artıran yetkiler yeterince ayıklanmış değildir. Örneğin Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu varlığını korumaktadır. Bunun gibi TBMM’den üçte iki çoğunlukla geçmiş bulunan anayasa değişikliklerini halk oylamasına sunma yetkisi de devam etmektedir.

C. Yürütme Görevini Parlamenter Sisteme Uygun Olarak Bakanlar Kuruluna Aktaran Düzenlemeler

Yürütme organı parlamenter sisteme uygun olarak iki başlı yapısıyla yeniden kurulmuştur. Yürütme görevi artık başbakanla bakanlardan oluşan bakanlar kuruluna geçmiştir. Yine parlamenter sisteme uygun olarak bakanların Meclise karşı bireysel sorumluluğu ile başbakan ve bakanlar kurulunun toplu sorumluluğu yeniden tesis edilmiştir. Parlamenter sistemin doğal bir sonucu olarak, Cumhurbaşkanına vekalet, artık onun atadığı yardımcıları tarafından değil, TBMM Başkanı tarafından yerine getirilir. Başbakanın Cumhurbaşkanınca atanma yöntemine de açıklık getirilmek üzere, daha önce anayasa geleneğine göre alışılmış olan sırayı doğrulayan bir düzenlemeye gidilmiştir. Başbakan, Cumhurbaşkanınca en fazla milletvekiline sahip siyasi partinin milletvekilleri arasından atanır. On beş gün içinde hükümetin kurulamaması veya güvenoyu alamaması halinde Cumhurbaşkanı, milletvekili sayısına göre sırasıyla diğer siyasi partilerin milletvekilleri arasından aynı usulle başbakanı atar. Bakanlar ise eskiden olduğu gibi, TBMM üyeleri veya milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından başbakan tarafından seçilir ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır; gerektiğinde başbakanın talebi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından görevlerine son verilir. Görev sırasında hükümetin güven isteminde bulunması halinde, bu istem, ancak Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğuyla reddedilebilir. Yine 2017 AYD’den önce olduğu gibi bakanların Meclis önündeki bireysel siyasal sorumlulukları yanında başbakana karşı da sorumlu olmalarına ilişkin düzenleme de aynen korunmuştur.

Kısacası eskiden olduğu gibi hükümetin göreve başlarken güvenoyu alması için oylamaya katılanların salt çoğunluğu yeterliyken, güven isteminin reddi ve gensoru üzerine bir bakanın düşürülmesi, Meclis üye tam sayısının salt çoğunluğunun bu yönde oy kullanmasına bağlıdır. Buna ek olarak hükümetin düşürülebilmesi için yapıcı güvensizlik oyunun benimsenmiş olduğunu daha önce belirtmiştik. Böylece rasyonelleştirilmiş parlamenter sisteme uygun olarak hükümetin kurulması kolaylaştırılırken, düşürülmesi daha da zorlaştırılmış olmaktadır.

Fesih yetkisine gelince, hükümetin kurulamadığı, güvenoyu alamadığı veya düşürüldüğü Anayasa’da belirlenen durumlarda kırk beş gün içinde yeni bakanlar kurulunun kurulamaması veya kurulduğu halde güvenoyu alamaması durumunda Cumhurbaşkanının Meclis başkanına danışarak TBMM seçimlerini yenileme yetkisi eskisi gibi devam ettirilmiştir. Her ne kadar feshin koşulları oldukça sınırlı tutulmuşsa da bu çözümün başbakanın istemi üzerine devreye girmesi “güçlendirilmiş parlamenter sistem” savına daha uygun düşerdi.

D. Yürütme Alanında Yer Alan Diğer Düzenlemeler

1) Olağanüstü Yönetim

Olağanüstü halin ilanı nedenlerine “Anayasayla korunan çoğulcu demokratik düzeni” ifadesinin eklenmiş olması yerinde bir öneridir.

Olağanüstü hâl ilan yetkisi, yeniden Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna verilmiştir. Bu yetki, iki ayla sınırlı tutulmuştur. Bu çerçevede olağanüstü hâlin süresinin kısaltılması, uzatılması ve olağanüstü hâlin kaldırılması Meclisin takdirine bırakılmıştır. Meclis, olağanüstü hâl süresini kısaltabilir, bakanlar kurulunun istemi üzerine, her defasında iki ayı geçmemek üzere, süreyi uzatabilir veya olağanüstü hâli kaldırabilir.

Burada asıl yadırganacak değişiklik, Olağanüstü Hâl KHK’lerinin sessizce kaldırılmış olmasıdır. Sessizce diyorum, çünkü bu köklü değişiklik, ne genel gerekçede ne de madde gerekçesinde belirtilmiş. Sadece AYM’nin yetkilerini düzenleyen 148/1 maddenin son fıkrasıyla ilgili olarak şu ifadeye yer verilmiştir: “1. fıkranın son cümlesi, olağanüstü hal kanun hükmünde kararname yetkisinin kaldırılmasının bir sonucu olarak ilga edilmiştir”. Kısacası, olağanüstü hâl yönetimiyle ilgili 119. maddede yer alan OHAL KHK’lerin kaldırıldığını öğrenebilmek için, bunlara karşı yargı yolunu kapatan 148/1. maddenin son cümlesiyle ilgili gerekçeye bakmak zorunlu olmuş, ancak neden kaldırıldığını anlamak yine de mümkün olamamıştır. Bu nedenle Öneri’nin birbirine karıştırdığı anlaşılan iki konuyu ayırmak gerekir. Anayasada OHAL KHK’ne yer vermenin gerekli olup olmadığını sorgulamak başka bir şey, yer alacaksa bu tür kararnamelerin yargısal denetime açık ya da kapalı olması gerekeceğini tartışmak başka bir şeydir. Anlaşılan Öneri’yi kaleme alanlar, bu iki konuyu ayrılmaz bir bütün olarak görmüşler.

Bu bağlamda bence doğru olan yalnızca OHAL KHK’lere karşı yargı yolunu kapatan düzenlemenin kaldırılması ya da en azından 2016 Askeri Darbe girişimi sonrasında yaşanan kötüye kullanmaları önleyecek bir çizgiye çekilmesidir. Olağanüstü hâl ilanı, kapsadığı değişik nedenlerle bağlantı içinde ilke olarak bir zorunluluktur. OHAL KHK de olağanüstü yönetimin zorunlu olmasa bile gerekli araçlarından biridir. Bu araç kaldırılıyorsa, bunu sağlam bir gerekçeyle temellendirmek ve yerine hangi aracın konulacağını açıklamak gerekir.

Öneride Olağanüstü Hâl Kanunu ile bu kanundan kaynaklı eylem ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamayacağının öngörülmüş olması ise doğru bir tercihtir.

2) Özerk Kuruluşlar

Üniversiteler ve RTÜK gibi özerk olması gereken kuruluşların oluşumunda kimi sorunlu alanlar göze çarpmaktadır. Üniversitelerden başlayacak olursak, üniversite özerkliği için baş sorun haline gelen YÖK’ün kaldırılması bizce de isabetlidir. Ancak yerine önerilen Yükseköğretim Üst Kuruluyla ilgili düzenlemenin özerkliği yeniden sağlayacağı kuşkuludur. Öneriye göre (m.131), “Yükseköğretim kurumlarının akademik, idarî ve mali özerkliğine müdahale etmeksizin yükseköğretimin planlanması ve yükseköğretim kurumları arasında koordinasyonun sağlanması amacıyla kanunla Yükseköğretim Üst Kurulu oluşturulur. Kurulun teşkilatı, üyelerinin ve başkanının seçimi, görev, yetki ve sorumluluğu ile çalışma esasları kanunla düzenlenir.” Bu düzenlemede yeterli bir anayasal bir güvence yer almamaktadır. Bu Kurulun, Öneri’ye göre “akademik, idarî ve mali özerkliğe müdahale etmeksizin” etkinlik göstermesi yeterli bir güvence sayılamaz. Önemli olan Kurulun oluşum biçimidir. Bu da bir yasa konusu olarak bırakılmıştır. Öneriye göre, “Kurulun teşkilatı, üyelerinin ve başkanının seçimi, görev, yetki ve sorumluluğu ile çalışma esasları kanunla düzenlenecektir”. Bu konuda 1982 AY döneminde Anayasa ile sağlanamayan bir özerkliğin yasa ile sağlanmak istenmesi düşündürücüdür. Aynı yaklaşım Üniversite ve diğer yüksekokullar için de söz konusudur. Burada tek umut verici ölçüt, yasal düzenlemenin “bilimsel ve akademik özgürlük ile bilimsel, idari ve mali özerklik esaslarına göre” yapılacak olmasıdır. Her iki halde arzulanan sonucun sağlanması, ancak yasama ve yürütmeden bağımsız kılınmış, kuruluşu liyakat ilkesine göre belirlenmiş bir AYM’ne bağlı olacaktır.

Buna karşılık Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun oluşumunda AYM’de de göreceğimiz yönteme paralel olarak TBMM üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile seçim usulü öngörülmüştür. İkinci turda hiçbir adayın üye tam sayısının en az üçte iki çoğunluğunun oyunu alamaması durumunda TBMM Genel Kurulunda ikinci oylamada en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulüyle üye seçilir. TBMM’ne aday önerme yöntemi ise uzmanlık ve liyakat ilkelerine yakın sayılabilir. Beş üye basın meslek örgütleri ve kuruluşlarının basın mensupları arasından gösterecekleri adaylar içinden; kalan dört üye ise Yükseköğretim Üst Kurulunun, hukuk ve iletişim fakültelerinin öğretim üyeleri arasından gösterecekleri adaylar içinden seçilecek.

3) Yerel Yönetimler

Yerel seçimleri siyasal iktidardan farklı partilerin kazanması, bu yönetimler üzerinde siyasal müdahalelere yol açmaktadır. Bu tür uygulamalar, hukuku ve çoğulcu demokrasiyi zedelemektedir. İktidar partisinden olmayan yerel yönetimlere kayyum ataması artık yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Öneride, bunları önleyeceği düşünülen değişiklikler getirilmiştir. Yürürlükteki düzenleme, İçişleri Bakanına yerel yönetim organ ve üyeleri üzerinde geçici bir tedbir olarak görevden uzaklaştırma yetkisi vermektedir. Önergede bu yetki kaldırılmıştır. Bunun yerine İçişleri Bakanının istemi üzerine kamu yararı bulunması koşuluyla geçici tedbir kararının bir ayla sınırlı olarak Danıştay tarafından verilmesi öngörülmüştür. İlgili ancak bu şekilde görevden uzaklaştırılabilecektir. Buna bağlı olarak da tedbir kararı her ay karar gözden geçirilecek ve bu geçici tedbir en fazla altı ay devam edebilecektir. Gerekçeye göre, “Böylece İçişleri Bakanı, mahallî idarelere kayyum atamak suretiyle yerel seçimlere ilişkin seçme ve seçilme haklarını ortadan kaldıramayacaktır”.

IV. Yargı Düzeni Açısından

1961 Anayasası ile kurulan bağımsız yargı düzenini bozan iki “12 Eylül”den söz etmek mümkün. Daha önce Cumhuriyet’te yayımlanan bir makalemde bunu ifade etmek üzere şu cümleleri kullanmıştım: “Birinci 12 Eylül, getirdiği Anayasa ile yargı düzenini siyasal iktidarın etkisine açtı. İkinci 12 Eylül ise 2010 Anayasa Değişikliği’nin halk oylamasında kabulünden sonra yargıyı siyasal iktidara bağlamanın temellerini attı”.

Altılı Masanın hazırladığı Anayasa Önerisi’nin bunun farkında olduğu anlaşılıyor. Tabii bu sorunun çözümü pek kolay değil. Yargı bağımsızlığı konusunda Avrupa standardını belirleyen temel ilke, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin [R(94) 12] kararında belirlenmiştir. O kararda şöyle deniliyor:

“Hâkimlerin seçimi ve kariyerleri konusunda karar veren merci, hükümet ve idareden bağımsız olmalıdır. Bu merciin bağımsızlığını teminat altına almak için getirilecek kurallarla merciin üyeleri yargı tarafından seçilmeli ve bu merci kendi usul kurallarını kendisi vaz’etmelidir.” (10)

Avrupa Yargıçları Danışma Konseyi (CCJE)’nin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne sunduğu 10 (2007) No.lu görüşü de aynı çizgidedir.

Bu temel ilke bizim 1961 Anayasası’nda yakaladığımız bir modelin Avrupa’ya oldukça gecikmiş bir biçimde yansımasıdır.

Ne var ki bu ilkenin, bağımsızlığı büyük ölçüde zedelenmiş bir yargı düzeni içinde doğru sonuç vereceği kuşkuludur. Bu nedenle Altılı Masa Anayasa Önerisi’nin özellikle AYM’nin kuruluşunda çareyi TBMM’nin üçte iki çoğunluğuyla alacağı kararlarla sağlamaya çalışmasını anlayışla karşılamak gerekir. Ama bunun geçici bir çözüm olması, başka bir deyişle yargı bağımsızlığının yerleşik bir konum kazanması ve buna paralel bir biçimde yargı düzeninin liyakat ilkesine uygun bir donanıma kavuşması halinde yukarıda sözü geçen Avrupa standardına geçilmesi daha isabetli olacaktır.

Bu genel girişten sonra Önerinin getirdiği çözümler üzerindeki düşüncemize dönebiliriz.

A. Yargı Yolu

Yargı bölümünde yer almamakla birlikte Anayasa’nın “Yargı yolu” başlıklı 125. maddesinde yapılan değişiklikler, bağımsız yargı düzenini yakından ilgilendirmesi bakımından üzerinde durmaya değer: Bu maddenin yürürlükteki metninde “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” sözleriyle ifade edilen kural, “İdarenin hiçbir eylem ve işlemi yargı denetimi dışında bırakılamaz” olarak değiştirilmiştir. Bu kuralın sözel vurgusunun güçlendirilmiş olması, bağımsız yargıya olan güvenin ve hukuk devletine olan bağlılığın yansımasıdır. Bu nedenle de önemlidir. Nitekim bu vurgu etkisini somut olarak da göstermiş, aynı maddenin yürürlükteki 6. fıkrasında yer alan “Kanun, olağanüstü hallerde, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.” hükmü maddeden çıkarılmıştır. Mahkemelerin olağanüstü yönetimin zorunlu kıldığı durumlar dışında bu konuda zaten çekingen davranacağı varsayılabilir.

B. Yargı Bölümünde Savunmaya Yer Verilmesi

Altılı Masa Anayasa Önerisi’nde yargıya ilişkin en yeni ve özgün düzenlemenin “Savunma mesleği ve barolar” başlığı altında 143. maddede yer aldığını söylemek mümkündür.

Bu yeni düzenlemenin içerdiği kurallar, ayrı bir gerekçeyi gerektirmeyecek açıklıktadır: “Savunma bağımsızdır ve yargının kurucu unsurlarındandır. İddia ve savunma makamları eşittir. Avukatlık, kamu hizmeti niteliğinde bir serbest meslektir. Barolar, kamu kurumu niteliğinde özerk meslek kuruluşlarıdır. Bir ilde ancak bir baro kurulabilir. Avukatlık mesleğine kabul, mesleğe hazırlama, mesleğin yerine getirilme koşulları, disiplin ve meslek kurallarına ilişkin hususlarda barolar ve Türkiye Barolar Birliği yetkilidir. Baroların mali ve idari özerkliğini zedeleyecek biçimde denetim yapılamaz. Baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin kararları, ancak yargı organı tarafından denetlenir”.

Bu kurallar çerçevesinde Avukatlık mesleğinin görev, hak, yetki, sorumluluk ve teminatları ile baroların kuruluş, teşkilatlanma ve çalışma esasları, savunmanın bağımsızlığı ilkesi gözetilerek kanunla düzenlenecektir.

C. Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu

1) Genel Olarak

Öneride yargı alanında ilk göze çarpan değişiklik, yargıç ve savcıların üst kuruluşlarında bu iki meslek arasındaki işlevsel ayrılığın sağlanmış olmasıdır. 1982 Anayasası’nın yargıç ve savcıların özlük işlerini aynı kurulun yetki çerçevesi içinde toplanması, aslında yargıç güvencesini azaltmak amacını taşımaktaydı. Bunun en açık kanıtı, HSYK’nin kuruluşunda 1961 Anayasası’ndaki “Yüksek Hâkimler Kurulu”nun değil, “Yüksek Savcılar Kurulu”nun ana model olarak seçilmiş olmasıdır. Ayrıca bu model, 1961 Anayasası’nın Yüksek Savcılar Kurulu’na sağladığı asgari güvencelerin de gerisindedir. Önerilen yeni düzenlemede ise, bu çelişki, işin doğasına uygun olarak yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi lehine düzeltilmeye çalışılmıştır. Bu düzeltme, daha çok Kurulların organik yapılarına yansımış görünmektedir. Ancak, işlevsel ayrılığın en somut yansıması, yargıçlar ve savcılar üzerinde yapılacak denetimin her bir kurula bağlı ayrı müfettişler eliyle yapılacak olmasıdır. Burada göze çarpan açık bir farklılık, Savcılar kurulunda denetimin bu kurulun başkanı olarak kalan Adalet Bakanı oluruyla yapılacak olmasıdır. Buna karşılık Hâkimler Kurulunda, Adalet Bakanı devre dışıdır. “Hâkimlerin görevlerini; hukuka ve kanuna uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hal ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma işlemleri, ilgili dairenin teklifi ve Kurul Başkanının oluru ile Kurul müfettişlerince yapılır.”

2) Hâkimler Kurulu

a) 15 üyeden oluşan Hâkimler Kurulu’nun beş üyesinin doğrudan seçilmesi öngörülmüştür. Bunlardan ikişer üye Yargıtay ve Danıştay Genel Kurullarınca seçilir. Buna koşut olarak bir üyenin TBB Genel Kurulunca seçilmesi de önemli bir yeniliktir. Dolaylı seçilen üyelerden ikisinin Cumhurbaşkanı, sekizinin TBMM tarafından seçilmesi öngörülmektedir. Dolaylı seçimler, nitelikleri tanımlanmış kontenjanlara göre önerilen üç misli aday arasından yapılacaktır. Bu şekilde kendilerine aday gösterme yetkisi tanınan kurumlarda aday belirleme sürecinde oy kullanabilecek herkesin sadece bir aday için oy verebilmesi, bir başka usul kuralı olarak öngörülmüştür. Gerekçeye göre bu yöntem, aday belirleme sürecine çoğunlukçu bir yöntemin hâkim olmasını engelleyerek kurulun üye kompozisyonunun çoğulculuk esasına göre şekillenmesini sağlayacaktır. TBMM Genel Kurulunda önerilen adaylar arasında yapılacak seçimlerde karar yeter sayısı, üye tam sayısının üçte ikisidir. İlk oylamada bu sayıya ulaşılamazsa, üyeler ikinci oylamada en çok oy alan iki aday arasında ad çekme yoluyla belirlenir.

b) Yürürlükteki düzenleme, yalnızca Kurulun meslekten çıkarma cezasına ilişkin kararlarına karşı yargı yolunu açmıştı. Önerilen düzenlemede bu alan genişletilmiştir Yeni düzenlemeye göre, “Hakimler Kurulunun mesleğe kabul ve disiplin kararlarına karşı yargı yolu açıktır”.

c) Ayrıntıları yasal düzenlemeye bırakılan konular, yargıçlık güvencesi ve yargı bağımsızlığı ilkelerine uygun olmak zorundadır. Gerekçede de isabetle belirtildiği üzere bu düzenleme, “yargı bağımsızlığının iki boyutunu oluşturan yargı mensuplarının bireysel bağımsızlığı ile yargının kurumsal bağımsızlığını güvence altına alan önemli bir yeniliktir.”

Her iki düzenleme (bb ve cc) Savcılar Kurulu açısından da aynı kapsamda belirlenmiştir.

3) Savcılar Kurulu

Savcılar Kurulu da yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ilkelerine göre kurulur. Ancak Hakimler Kurulundan farklı olarak Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da Kurulun doğal üyesidir. Buna ek olarak Öneride, 1961 AY modelinde olduğu gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da Kurulun doğal üyesi olarak belirlenmiş ve Danıştay Başsavcısı da buna eklenmiştir. On iki üyeden oluşan Kurulun iki üyesi Cumhurbaşkanı tarafından, bir üyesi de TBB Genel Kurulu tarafından seçilir. Geri kalan beş üye TBMM tarafından Hâkimler Kurulunda önerilen ilke ve usullerle seçilir.

D. Yüksek Mahkemeler

1) Anayasa Mahkemesi (AYM)

AYM açısından anayasa şikâyeti (bireysel başvuru) ile ilgili öneriler, temel hak ve özgürlükler bölümünde incelemiştir. Aşağıda yeni yapısı, kuruluşu ve yetkileriyle ilgili konular üzerinde durulacaktır.

a) Kuruluşu

Yüksek Mahkeme’nin on beş olan üye sayısı, yirmi ikiye çıkarılmıştır. Bu değişiklik, Anayasa Mahkemesi’nin ağır iş yükünü karşılama olarak gerekçelendirilmiştir. Üyelerden yirmisi TBMM, ikisinin ise Cumhurbaşkanı tarafından seçilecektir.

TBMM’nin seçeceği üye adaylarını önerme yetkisi, belli kurumlara dağıtılmıştır: Yargıtay (altı üye), Danıştay (dört üye), Sayıştay (2 üye) TBB (dört üye), Yükseköğretim Üst Kurulu (dört üye). Bu kurumlardan her biri sahip oldukları kontenjan sayısıyla sınırlı olarak her boş üyelik için üç misli aday önerecektir. Aday gösterme yetkisine sahip olan kurumlarda yapılacak seçimlerde her üye bir aday için oy kullanabilir. Gerekçeye göre bu yöntem çoğulculuğu sağlamaya elverişlidir.

Bu dağılımda eleştirilmesi gereken önemli bir husus var: Danıştay’dan önerilecek yargıçlar Yargıtay’a oranla AYH’ye daha yakın formasyona sahiptir. Çünkü idare hukuku, ve özellikle de idari yargı, anayasa hukukunun bir çeşit uygulamasıdır. Buna karşılık Yargıtay’dan seçilecek üyeler geleneksel hukuk dalları olan özel hukuk ve ceza hukuku perspektifi ile yasa ağırlıklı karar vermeye alışkındır. Her iki yüksek mahkeme için öngörülen kontenjan sayılarının en azından eşit olması daha doğru olurdu.

TBMM Genel Kurulu kendisine her boş üyelik için önerilen üç aday içinden üye tam sayısının en az üçte iki çoğunluğuyla kararını verir. İlk iki turda bu sayıya ulaşılamazsa, ikinci turda en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulüyle üye seçilir.

Cumhurbaşkanının doğrudan seçeceği üye dörtten ikiye indirilmiştir. Bunlardan birisi yürürlükteki Anayasa’da olduğu gibi en az beş yıl raportörlük yapmış AYM raportörleri, arasından, diğeri ise hukuk, iktisat ve siyaset bilimi dallarında görev yapan profesör unvanlı öğretim üyeleri arasından seçilecek.

AYM tarihinde hukuk fakültesi kökenli anayasa hukuku profesörü olarak atanan tek kişi olduğum göz önünde tutulursa, Cumhurbaşkanının doğrudan seçeceği ikinci kişinin “Üniversitelerde Anayasa Hukuku anabilim dalında görev yapan profesör unvanlı öğretim üyeleri arasından” biçiminde tanımlanması daha isabetli olurdu.

AYM’nin yeni kuruluş biçimi birçok yönden eleştirilebilir. Ve eleştirilmiştir de. Ne var ki diğer birçok hususta olduğu gibi, bu kadar değişik eğilimdeki bir siyaset masasından eksiksiz bir öneri beklemek de işin doğasına aykırıdır.

Önerinin AYM iş yükünü azaltma mantığıyla yapıldığı anlaşılıyor. Ama bu endişe daha çok bireysel başvurulardaki yığılmanın yol açtığı bir endişe. Bu yığılmanın kaynağı, yürütmenin insan haklarına olan duyarsızlığı, insan haklarını korumaya yönelik anayasal düzenlemeleri bir ayak bağı olarak görme anlayışı, yargının liyakatten koparılarak siyasileştirilmesi gibi etkenlerdir. Önerilen yapı, bu alanda yaşanan sorunları kanıksama, bu sorunlar üzerinde hukuku etkili kılmak üzere gerekli olan yoğunlaşmada gereksiz bir dağınıklığa yol açma, uyumsuzluğu artırma gibi riskler taşıyor. Daha da vahimi, AYM Genel Kurulunun görev alanları yönünden büyük sorunlar yaratmaya aday. Ayrıca yol açacağı bürokratik hantallaşma üzerinde sanki hiç düşünülmemiş gibi.

b) Emeklilik Yaşı

Üyelerinin emeklilik yaşının 65’den 70’e çıkarılmış olması isabetlidir. Gerekçede de “üyelerin meslek hayatlarının verimli bir çağında emekliye ayrılmaları önlenmiştir” deniyor. Gerçekten da AYM üyelerinin anayasal sorunlarla belirlenen bir bakış açısı edinmeleri, daha çok orada görülen davalar sırasında çözülen anayasal sorunlarla sağlanmaktadır.

c) AYM’nin Yetkileri

CBK’nin kaldırılmasının doğal sonucu olarak yerine “kanun hükmünde kararname” kavramı yeniden denetim yetkisi kapsamına alınmıştır

Şekil denetimi ile ilgili sınırlamalar aynen korunmuş. Yapılan tek değişiklik, başvuru yetkisinin Meclis üye tam sayısının beşte biri yerine yirmide birine indirilmiş olması.

Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarına ilişkin bireysel başvurular açıkça AYM yetki alanına alınmış hızlı sonuç alınmasını sağlamak amacıyla bu başvuruların on beş günlük bir içinde sonuçlandırılması öngörülmüş.

Öte yandan bireysel başvurularda kuşku uyandıran bir boşluğu giderme amacıyla, ihlalin kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerinden kaynaklandığı kanaatine varılması halinde, Genel Kurul’un bu konuda iptal kararı verebilmesi açıkça öngörülmüş. Böylece 6216 sayılı AYM’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un oluşum sürecinin Taslak aşamasında yer alan benzer bir düzenlemenin Meclisten geçen yasada çıkarılmış olmasındaki hata anayasal düzeyde giderilmiş olmaktadır.

Öneride AYM için yeni bir görev ve yetki alanı yaratılmış: Yasama, yürütme, yargı organları arasındaki yetki ve görev uyuşmazlıklarına ilişkin başvuruları karara bağlama. Bu tür yetkiler, federal yapıda Devletler için anlamlıdır. Ama Türkiye gibi üniter yapıda bir devlette böyle bir yetkinin eklenmesi, zaten yasama-yürütme ikilisi ile AY yargısı arasında Türkiye’de her an gündemde olan siyasal gerginlikleri gereksiz yere artırmaktan başka bir işe yaramaz.

d) Dava Açma Yetkisinde Kısmî Genişleme ve Eleştirisi

Öneri’de, yasaların, KHK’lerin ve TBMM İçtüzüğünün esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla AYM’de doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, TBMM siyasi parti grupları ve üye tamsayısının en az yirmide biri oranında üye olmak üzere genişletilmiştir. Bu genişleme 1961 çizgisine yaklaşan bir değişikliktir. Ama grup sayısı 20 olarak bırakılmıştır.

Yenilik olarak takdim edilen bir başka öneri, normların esas yönünden denetiminde Anayasa hükümleri dışında Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası antlaşmaların da ölçü alınacağının hükme bağlanmasıdır. Bu öneri, AYM’nin azaltılması düşünülen iş yükünde yaratacağı genişleme ve karmaşa nedeniyle gereksizdir. Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların tipik örneği olan AİHS, AYM’nin bireysel başvuru uygulamasında Anayasa’nın klasik haklarla devlet yükümlülüğü olarak formüle edilmiş hakları ayırmanın bir ölçütü olarak yer verdiği “AİHS kapsamı” terimi dolayısıyla zaten sürekli olarak göz önünde tutulmaktadır. Temel hak ve özgürlükler açısından asıl önemli sorun, AYM’nin bu terimi, “ortak koruma alanı” gibi daraltıcı bir alana hapsederek, Türk Anayasası’nın AİHS’ne göre daha geniş koruma alanı sağlayan hükümlerini uygulamaktan kaçınmasıdır. Öneri’nin asıl bu yanlışlığı önlemesi ve Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümlerinin uygulanmasını sağlaması, daha önemli bir kazanç olurdu.

Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalardan doğan yükümlülüklerinin yerine getirilmesi sağlanarak ülkemizin uluslararası ilişkilerindeki itibarı korunmak isteniyorsa, öncelikle AİHM kararlarına uyulmasını sağlayacak anayasal önlemler üzerinde düşünülmelidir. Bunun yanısıra üzerinde düşünülmesi gereken bir başka sorun, AİHM nezdinde Türkiye’de bireysel başvurunun etkili bir yol olarak devam etmesini sağlayacak önlemlerin alınmasıdır. Türkiye’nin asıl başını ağrıtacak sorunlu alan, AİHM’nin Türkiye’de bireysel başvuru yolunun etkisiz olduğunu karar verme olasılığıdır. Bunu önlemenin yolu ise gerek yasamanın ve gerekse yürütmenin, AYM kararlarının etki ve bağlayıcılığını içine sindirmesidir.

Öte yandan Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların somut norm denetimi açısından da ölçü norm kapsamına alınması daha da düşündürücüdür. Böyle bir değişiklik, derece mahkemelerini aslında uygulama zorunda oldukları bir iç hukuk kuralından bağışık tutmakta, bunları da AYM’ne göndermeyi zorunlu kılmaktadır. Oysa temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların asıl uygulayıcısı derece mahkemeleridir. Aslolan bu mahkemelerin, yasa ile anayasa arasında yer alan ve öncelikle derece mahkemelerine hitap eden bir düzenlemeyi doğrudan uygulamasıdır. Bu uygulama, ilgili hak ve özgürlüğü ihlal ederse, AYM, -ihlalin Anayasa’da başka bir dayanağı yoksa adil yargılanma hakkının ihlali nedeniyle devreye girer.

Altılı Masa’nın somut norm denetiminde yapabileceği asıl yenilik, AYM’nin, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını vermemesi halinde, 1961 Anayasası’nda olduğu gibi anayasaya aykırılık itirazını kendi kanısına göre çözme olanağını sağlamak olmalıydı. Oysa Öneride, mahkemeye, davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre, yani Anayasa’ya aykırı bulduğu anlamıyla çözme yükümlülüğü getiren kural aynen bırakılmış.

e) On Yıllık Denetim Yasağının Kaldırılması

Bir başka konu, yürürlükteki itiraz davalarında AYM’nin işin esasına girerek verdiği ret kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamayacağına ilişkin dava açma yasağına Öneri’de yer verilmemiş olmasıdır. Gerekçede bu kuralın kaldırılmış olmasına ilişkin herhangi bir açıklamaya neden yer verilmemiş olduğunu anlayabilmiş değilim. Hele AYM’nin 10 yıllık dava açma yasağını (m.152/4) somut norm denetimine ilişkin bir sınırlama olmaktan çıkarıp, bizce yanlış bir yorumla soyut norm denetimine de teşmil ettiği de göz önünde tutulursa, bütün bunların gerekçede ele alınmamış olmasını yadırgamamak mümkün değil. Fikrim sorulsaydı, on yıllık dava yasağı süresinin üç yıla indirilmesinin, ama bu sınırlamanın sadece somut norm denetimi ile bağlantılı olarak uygulanabilmesinin yeterli olacağını belirtirdim.

2) Yargıtay

Bilindiği gibi 1982 Anayasası, yargıç ve savcıların güvencesini sağlayacak olan kurumu, “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu” adı altında aynı çatıda toplamıştı. 2010 AYD bu kurulun adından “yüksek” sıfatını kaldırarak aynı yapıyı devam ettirmiştir. Öneri’de bu tekli yapının yargıçlık ve savcılık meslekleri arasındaki işlevsel ayrılığa uygun olarak iki farklı Kurula dönüştürüldüğünü açıklamıştık.

Yargıtay’la ilgili öneriyi incelerken bir sürprizle karşılaştık. İki Kurul Yargıtay üyelerinin seçiminde yine tek kurul haline gelmiş. Önerilen düzenlemeye göre “Yargıtay üyeleri, birinci sınıfa ayrılmış adli yargı hakim ve Cumhuriyet savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından, Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu’nun birlikte yapacağı toplantıda üye tamsayısının salt çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir”. Bunun nedenini anlayabilmiş değiliz. Gerekçede de buna ilişkin bir açıklama yok. Belki gözden kaçırdığımız bir neden olabilir diye her iki kurulun ayrı ayrı düzenlendiği 1961 Anayasası’na baktık. İlgili maddeye göre (m.139/2), “Yargıtay üyeleri birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve Cumhuriyet Savcıları ile bu mesleklerden sayılanlar arasından Yüksek Hâkimler Kurulunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir.” Aynı anayasanın Yüksek Savcılar Kurulu ile ilgili düzenlemesine baktık. “Cumhuriyet savcılarının Yargıtay üyeliğine seçilmeleri” Yüksek Savcılar Kurulu’nun görevleri kapsamı dışında bırakılmış (m. 137/2).

Altılı Masa’nın kendisini “Hakimler ve Savcılar Kurulu” etkisinden kurtaramadığı anlaşılıyor da önerdikleri iki kurulun birlikte yapacağı toplantıda başkan kim olacak? Bunu hiç düşündüler mi? Öyle ya önerdikleri Savcılar Kurulu’nun doğal Başkanı Adalet Bakanı; Adalet Bakanlığı müsteşarı da kurulun doğal üyesi. Kısacası Yargıtay üyelerinin seçiminde her iki kurulun birlikte toplanmasını tutarlı göremiyoruz.

Buna karşılık, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Başsavcı vekilini seçme yetkisini Cumhurbaşkanına veren mevcut düzenlemenin kaldırılması, Öneri’nin genel yaklaşımı ile tutarlı.

3) Danıştay

Önerideki düzenlemeye göre, “Danıştay üyelerinin dörtte üçü, birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından, Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulunun birlikte yapacağı toplantıda üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ve gizli oyla seçilir.” Biraz önce Yargıtay üyelerinin seçimi ile ilgili olarak değindiğimiz sorun, Danıştay’ın dörtte üçünün seçimi açısından da aynen geçerlidir. Tekrarlamaya gerek görmüyoruz.

Kalan dörtte bir üyeyi seçme yetkisi, yürürlükteki düzenlemeye göre “nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından” Cumhurbaşkanına verilmişti. Öneride bu yetki TBMM’ne aktarılmıştır. TBMM, bu seçimde üye tam sayısının en az üçte iki çoğunluğuyla ve gizli oyla karar verecek, ilk iki turda bu çoğunluğa ulaşılamazsa, üyeler, ikinci oylamada en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulüyle belirlenecek. Bu düzenleme, Öneride TBMM seçme yetkisi tanıyan diğer düzenlemelerle tutarlıdır.

4) Sayıştay

Sayıştay’la ilgili yürürlükteki Anayasa maddesi (m.160) Sayıştay üyelerinin seçimine ilişkin bir düzenlemeye yer vermemiş bu konu yasaya bırakılmıştır. Öneride Sayıştay üyelerinin seçimi Anayasa’ya alınmıştır. Yasada üyelerin TBMM tarafından seçilmesini öngören düzenleme korunmuş, ancak karar yetersayısı, benzer önerilerde olduğu gibi Meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu olarak öngörülmüştür. İlk iki turda bu çoğunluk sağlanamazsa, üye, ikinci oylamada en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulüyle belirlenecektir. TBMM, Sayıştay üyelerini nitelikleri kanunda belirtilen ve en az yirmi yıl fiilen çalışma tecrübesine sahip adaylar arasından seçecektir.

Sayıştay’ın yürürlükteki düzenlemede denetim alanı, “merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının” olarak belirlenmiştir. Öneri’de bu alan daha geniş tutulmuştur. Öneri’ye göre, Sayıştay, genel ve özel bütçeli idareleri, düzenleyici ve denetleyici kurumları, sosyal güvenlik kurumlarını, mahallî idareleri, kanunlarla anonim ortaklık şeklinde kurulmuş olanlar da dâhil olmak üzere diğer kamu idarelerini ve siyasî partileri denetleme yetkisine sahip kılınmıştır.

Bunlardan “siyasî partilerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetleme” yetkisi, AYM’nin de aynı yetkiye sahip olması bakımından sorunludur. Gerçi yürürlükteki düzenlemeye göre, AYM, siyasal partilerin “mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti” ile ilgili denetim görevini yerine getirirken Sayıştaydan yardım sağlar. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu denetim sonunda vereceği kararlar kesindir (AY m. 69/3). Öneri Anayasanın bu maddesindeki düzenlemeye dokunmamıştır. Sayıştay’ın aynı konuda yetkili kılınması aşılması zor bir çelişki yaratabilir. Bu çelişki, “siyasi partilerin …” sözcüklerinden önce gelmek üzere “AYM’nin mali denetimine yardımcı olmak üzere” ibaresi eklenmek suretiyle aşılabilir.

Öneri gerekçesinde denetim alanının genişletilmesi, yönetimde şeffaflık ve hesap verilebilirliğin bir gereği olarak açıklanmakta ve yolsuzlukların önlenmesi amacına bağlanmaktadır. Bunu sağlamak üzere de ilgililer, Sayıştay’ın inceleme, denetleme ve hükme bağlama görevlerini yerine getirmesinde gerekli her türlü bilgi ve belgeyi vermekle yükümlü kılınmaktadır. Tabii bu yükümlülüğe aykırı fiillere uygulanacak yaptırımlar için yasal düzenleme gerekecektir.

Sayıştay’a “Yüksek Mahkemeler” başlığı altında yer verilmesi de tartışılabilir. Gerçi Sayıştay’ın bir yönüyle yargısal bir işlev yerine getirdiği artık öğreti ve uygulamada benimsenmiştir.

Bu açıdan gerek Sayıştay ve gerekse Yüksek Seçim Kurulunun yerine getirdikleri yargısal işlev nedeniyle Yüksek Mahkemeler arasında yer almaları şart değildir. Başka bir deyişle onların yargısal işlevleri, Yüksek Mahkeme konumunun ayrılmaz bir parçası olarak görülemez. Ama yargı bölümü içinde yer almaları gerekir.

5) Yüksek Seçim Kurulu

Hem idari ve hem de yargısal olmak üzere karma bir işlev yerine getiren Yüksek Seçim Kurulu’nun Yüksek Mahkemeler bölümüne aktarılması, eleştirilebilir. Kurul’un uzunca bir süre ihmale uğrayan yargı işlevinin, tartışma gerektirmeyecek bir açıklığa kavuşturulması açısından – Yüksek Mahkemeler arasında olmasa da- Anayasa’nın yargı bölümünde yer alması daha uygundur. Esasen “seçimlerin yargı organının genel yönetim ve denetimi altında yapılması” ilkesi, daha baştan işin yargı boyutuna işaret etmektedir. Bunun gibi gerek Hakimler Kurulu ve gerekse Savcılar Kurulu da daha çok idari işlevlere sahip olsalar bile özünde yargı bağımsızlığının güvencesi konumundadır. Bu nedenle kendilerine yargı bölümü içinde yer verilmiştir. Yüksek Seçim Kurulu, idari işlevleri de dahil olmak üzere dürüst seçimin, dolayısıyla seçme ve seçilme haklarının bir güvencesi olarak düşünülmüştür. Bu nedenle yargı bölümünde yer almaları yanlış sayılmaz.

Ancak Öneri’nin getirdiği düzenlemelerde eleştirilecek noktalar az değildir:

a) Öneri, “Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarına ilişkin bireysel başvurular” saklı olmak üzere yürürlükteki maddenin Yüksek Seçim Kurulu kararlarına karşı yargı yolunu kapatan düzenlemesini korumuştur. Oysa Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarına karşı bireysel başvuru yoluna gidilebilmesi, bir istisna konusu değil, yerine getirdiği yargı işlevinin ayrılmaz bir parçasıdır. Nasıl ki Yargıtay ve Danıştay’ın kesinleşmiş kararlarına karşı bireysel başvuru yoluna gidilebiliyorsa, Yüksek Seçim Kurulu’nun da yargı işlevi kapsamında olan bütün kararlarına karşı bireysel başvuru yoluna gidilebilmelidir. Kısacası her ikisinin dayandığı hukuk mantığı aynıdır. Uygulamada Yüksek Seçim Kurulu kararlarının bireysel başvuruya kapalı olması, AYM’nin tarihi (genetik) yoruma dayanarak oluşturduğu içtihadın bir sonucudur. Genetik yorum burada geçerli olamaz, çünkü 1982 Anayasa koyucusunun ileride 2010 yılında yapılacak bir anayasa değişikliği ile bireysel başvuru yolunun benimseneceğini öngörmesi mümkün değildir. Ancak öğretide bu kapalılığı genetik yoruma değil de seçim uyuşmazlığının seçimden hemen sonra ve kesin bir şekilde çözülmesi gerektiği, böyle bir durumda bireysel başvuru yolunun işletilmesinin seçim yargısının özelliğiyle bağdaşmayacağı görüşüne dayandıranlar da vardır. (11) Bu nedenle Öneride yer alan istisna, hukuk tekniği açısından doğru değilse de AYM’nin bizce yanlış olan bu içtihadını değiştirmesini sağlamaya elverişli olması bakımından yararlı bir sonuç verebilir.

b) Kurulun iki daire ve bir genel kurul halinde çalışması ve itiraz halinde genel kurulun kesin karar vermesine ilişkin önerinin hangi ölçüte göre yapılacağı yasaya bırakılmıştır. Bu bağlamda şu kadarını söylemekle yetinelim: Daireler işlev yönünden farklılaşmayacaksa, seçim uyuşmazlığının acil ve kesin karara bağlanması, gereksinimi, özellikle yargısal işlev açısından sıkıntılı olabilir. Çünkü Öneri, “Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarına ilişkin bireysel başvuru” yolunu saklı tutmaktadır. Bu durumda Genel Kurul’a itiraz, bireysel başvuruda bulunabilmenin ön koşulu olacaktır. Böyle bir çözüm aciliyet ve kesinlik ihtiyacıyla bağdaşmaz.

c) Nihayet Yüksek Seçim Kurulu’nun oluşumu, sayılarının artırılması ve yedek üyeliğin kaldırılması dışında yürürlükteki düzenlemeye koşut olarak öneriliyor. Üyelerin sekizinin Yargıtay, yedisinin Danıştay Genel Kurullarınca kendi üyeleri arasından seçilmesi, aslında yargı bağımsızlığının sağlandığı bir ortamda ideal bir kuruluş yöntemi. Anlaşılan o ki, Altılı Masa bu oluşumu kendi önerisinde yer alan “Hakimler Kurulu” ve ona bağlı olarak Yargıtay ve Danıştay için önerilen yeni düzenleme sonrasına ertelemiş. Yoksa yürürlükteki düzenlemeye koşut bir öneri, mevcut koşullarda Yüksek Seçim Kurulunun uğradığı güven kaybını onarmaya yetmez.

d) Buna karşılık Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin ikinci kez seçimine olanak tanımayan düzenleme, Kurul’un siyasal iktidarın etkisi altında olduğuna ilişkin yaygın inancı ve bundan kaynaklanan güven kaybını önlemede yardımcı olabilecek bir öneridir.

Sonuç Yerine:

Eleştirel bir tanıtım ve çözümleme özelliği ağır basan bu yazıda sonuç bölümü yazmak yerine en çok dikkati çeken sorunların altını çizmek daha yararlı olabilir:

1) Köklü bir anayasa değişikliği üzerinde altı farklı siyasal partinin uzlaşmaya varabilmesi önemli bir aşamadır. Ama uzlaşılan hususlarda tutarlılık sağlanamazsa, uzlaşmanın kalıcılığı tehlikeye girer.

2) Bu nedenle Altılı Masa’nın Anayasa değişikliği hazırlamakla görevlendirdiği kadronun, yapılan eleştirileri, -sert – yumuşak ayırımı yapmaksızın- dikkatle gözden geçirmesi ve bununla da yetinmeyerek Öneri metninin önsözünde belirtildiği gibi “demokrasinin asli gereği olan çoğulculuk ve uzlaşma ilkeleri doğrultusunda toplumun tüm kesimleri ile müzakere ettikten sonra” metne son şeklini vermeleri beklenir.

3) Öneri’de “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tanımlamasıyla bağdaşmayan unsurlar yer almaktadır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, bunların başında gelir. Türkiye koşullarında halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı, Öneri’nin benimsediği anahtar sözcüğün aksine TBMM’nin gücünü zayıflatır. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” tanımlaması, ancak Cumhurbaşkanının TBMM tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesiyle bir anlam kazanabilir. Şayet amaç, siyaset alanında oluşacak demagojik polemiklerin yıpratıcı etkisinden sakınmaksa, en azından Cumhurbaşkanı yetkilerinin tam anlamıyla sembolik düzeyde kalmasını sağlamak gerekir. Altılı masa önerisi bu açıdan 1982 Anayasası’nda parlamenter sistemle bağdaşmayacak ölçüde zaten artırılmış bulunan Cumhurbaşkanı yetkilerini yeterince ayıklayamamıştır. Devlet Denetleme Kurulu bunun simgesel örneğidir. Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin en azından 1961 Anayasası çizgisine çekilmesi zorunludur.

_____________________________

SON NOTLAR

(1) Kronolojik sıraya göre: Murat Sevinç, https://www.diken.com.tr/tek-sesten-mesverete-altili-masanin-anayasa-onerisi-uzerine-genel-degerlendirme/ , Kemal Gözler, https://www.anayasa.gen.tr/altili-masa-ado.htm , https://www.anayasa.gen.tr/amado-1.htm , Tolga Şirin, https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/altili-masa-anayasa-degisikligi-taslagina-elestiriler,37725 , Kemal Gözler, https://www.anayasa.gen.tr/amado-sirin.htm , Tolga Şirin, https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/altili-masa-ya-sorular-ve-kemal-gozler-in-yazisi-uzerine-dusunceler,37739 , Kemal Gözler, https://www.anayasa.gen.tr/amado-sirin-2.htm , Ergun Özbudun, https://www.diken.com.tr/tek-sesten-mesverete-altili-masanin-anayasa-onerisi-uzerine-genel-degerlendirme/

(2) Theo ÖHLINGER, Verfassungsrecht 2005, s.157, par. 347; yazar aynı yerde parlamenter sistem belirlemesini yaptıktan sonra, “olsa olsa presidansiyel vurgulu bir parlameter sistemden söz edilebilir” eklemesini de yapıyor.

(3) Volkan Aslan, Son Anayasa Değişiklikleri Işığında Finlandiya Hükümet Sistemi : http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2015-119-1487, s. 60.

(4) Tufan ERHÜRMAN, “Çare Başkanlık Sistemi mi? – KKTC’de Hükümet Sistemi Tartışmaları ve Başkanlık Sistemi”, Işık Kitabevi, Lefkoşa 2011, s. 40.

(5) Kemal Gözler, “Elveda Anayasa, Elveda Kuvvetler Ayrılığı”: Elveda Anayasa, Ekin Yayınevi Mart 2017, s. 13-27; “Cumhurbaşkanlığı Sistemi mi, Başkanlık Sistemi mi, Yoksa Neverland Sistemi mi?”: aynı yer, s.43-79.

(6) BVerfGE 85 264

(7) AYM 01.07.2021, Bireysel Başvuru No: 2019/ 10632: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/10634?BasvuruAdi=%C3%96MER+FARUK+GERGERL%C4%B0O%C4%9ELU

(8) Ayrıntılar için bkz. Fazıl Sağlam, “Anayasa Hukuku Perspektifi ile ‘Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali’ Kavramı Üzerine Bir Deneme”: Anayasa Hukuku Dergisi, Cilt: 8/Sayı:15/Yıl:2019, s. 223-258.

(9) Aynı yer, s. 255.

(10) Adı geçen kararın tam metnine www.abgm.adalet.gov.tr/dokumanlar/bangalortr.pdf adresinden erişilebilir.

(11) Kemal GÖZLER, “YSK Kararlarının Kesinliği Üzerine”: Referandumdan Önce, Referandumdan Sonra, Ekin Yayınları Bursa 2017, s. 81-92) 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları